Yazarımız Celal Kuru, Edebifikir okurları için yazar, fotoğraf sanatçısı, Düşünen Şehir ve Şehir Kültür Sanat dergilerinin genel yayın yönetmeni Dursun Çiçek’le oylumlu bir söyleşi gerçekleştirdi.
***
Öncelikle 1964’te, Kırşehir’de başlayan seyrüseferinizden, kendinizden bahseder misiniz?
Neşet Ertaş’ın anasının da mezarının olduğu Çiçekdağı’nın İbikli köyünde doğmuşum. İki yaşında ilçeye taşınmışız. Sonra Yozgat’ın Yerköy ilçesinde ilk, orta ve lise eğitimimi ve arkasından 1982-1988 yılları arasında Kayseri İlahiyat Fakültesi’nde yükseköğrenimimi tamamladım. 1988 yılında mezuniyetten sonra 29 yıl süren bir öğretmenlik sürecim var. Bu arada 1994-1996 yılları arasında “Din Sosyolojisi alanında Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi” isimli tezimle yüksek lisans yaptım. Pek çok dergi ve gazetede yazılarımı ve fotoğraflarımı yayınladım. Şimdi emekliyim lâkin üç yıldır Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin çıkardığı Düşünen Şehir ve Şehir Kültür Sanat dergilerinin genel yayın yönetmeniyim, Şehir Akademi’nin de koordinatörü ve hocasıyım… İki oğul, birkaç kitap, yüzlerce yazı ve binlerce fotoğraf… Kaba çizgilerle bu kadar.
Şehir Kültür Sanat ve Düşünen Şehir dergisinin genel yayın yönetmenliğini, Büsam’daki söyleşi ve derslerin moderatörlüğünü yapıyorsunuz. Bilenler biliyor, bilmeyenler için bu kültür hizmetlerini anlatır mısınız?
Kayseri Büyükşehir Belediyesi bundan yaklaşık 3 yıl önce kültür hizmeti olarak dergi çıkarma kararı aldı. Tabiî doğal olarak ben bir kamu kuruluşunda bir kültür dergisinin çıkabileceğine çok ihtimal veremiyordum. 1453, Bursa’da Zaman, İmaret, Şehir ve Düşünce gibi güzel örneklere rağmen çok umudum yoktu. Ancak buna vesile olan yöneticiler ve bürokratlarda kararlılığı gördüm, rahmetli ağabeyim Akif Emre’nin mihmandarlığı ve belediyeyi temsilen Yusuf Yerli ve Salih Özgöncü’nün azmini hissedince böyle bir şeyin olabileceğini düşündüm. Planlamaları yaparak başladım. Gerçekten ilk sayıdan itibaren Türkiye genelinde aksülameli olan yayınlar oldu. Bir yıl içerisinde hem Eskader hem de TYB’den ödüller aldı.
İki dergi çıkarıyoruz. Birincisi hakemli ve yarı akademik düşünce dergisi diyebileceğim Düşünen Şehir dergisi. Bu dergide genel anlamda şehir düşüncesi ile ilgili yazılar yayınlıyor, dosyalar, özel sayılar hazırlıyoruz. Modernitenin en baskın olduğu bir dönemde başka türlü nasıl düşünebiliriz, başka türlü nasıl yaşayabiliriz ve modernitenin dayatmasıyla bizde modern de olamayan şehirlere bakarak başka türlü nasıl şehirlerimiz, şehir tasavvurlarımız olabilir, bunun imkânını düşünüyor ve yazmaya çalışıyoruz. Dört ayda bir çıkardığımız derginin 9. sayısı Mimar Sinan Özel sayısı olarak çıktı. Şu an 10. sayıyı hazırlıyoruz. Bir de aylık olarak başladığımız ve iki sayıdır iki ayda bir çıkarmaya devam ettiğimiz Şehir Kültür Sanat dergisi var. Onun da şu an 30. sayısını hazırlıyoruz. Bu dergi ile de özelde Kayseri ekseninde bir Kayseri hafızası oluşturuyoruz. Kayseri’nin tarihi, kültürü, sanatı ve bugünü ile zamana bir iz ve gösterge bırakıyoruz. Bir bakıma bir şehir hafızası nasıl oluşur, geçmiş, bugün ve gelecek ekseninde şehri oluşturan unsurlar nelerdir, bunların altını çizmeye çalışıyoruz. Portresinden doğasına, mekânlarından şehrin yüzlerine, kültüründen sanatına önemli bir bağlam oluştu.
Şehir Akademi’ye gelince… Burada yine şehir düşüncesini eksene alarak, varlık, bilgi, değer, zaman, mekân ve siyaset bağlamında atölyeler açıyoruz. Üniversite 3. ve son sınıf öğrencileri ile üniversite mezunu kültür ve sanat eksenini yaşama biçimi haline getiren insanları öğrenci olarak alıyoruz. Müracaatlar çok yoğun olduğu için mülakat yaparak öğrencilerimizi seçiyor ve 12 haftalık süre çerçevesinde bahar ve güz dönemi olarak derslerimizi sürdürüyoruz. Kayseri içinden ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden alanında yetkin olan hocalarımızı öğrencilerimizle buluşturuyoruz. Şehir Okumaları, Selçuklu Okumaları, Görsel Düşünme, Metinlerle İslam Düşüncesi, Sosyal Bilimlerde Saha Araştırması, Film Okumaları, Mekân Okumaları, Akif Emre’nin İzinde İslam Coğrafyası sözünü ettiğim atölyelerimizden sadece bir kaçı. Mesela İslam Düşünce Atlası’nı atölye yaptık bir dönem. Bunun yanı sıra panelleri, sempozyumları da eklemeliyim.
Bir diğer akademimiz de Film Akademisi. Burada da belgesel, kısa film, oyunculuk, senaryo yazarlığı gibi atölyelerimiz var. Kayseri ile ilgili kısa filmler, belgeseller hazırlayan bir akademimiz.
Profesyonel olarak fotoğraf çekiyorsunuz ve bu dalda aldığınız ödüller var. Öz çekim olarak Türkçeleştirmeye çalıştığımız bir selfie çılgınlığı var. Bir cinnet halinde gittiği her yerin, yediği her şeyin fotoğrafının çekilip paylaşıldığı bir devirde fotoğraf çekmek sizin için ne ifade ediyor?
Profesyonel fotoğrafçı tabirini sevmiyorum. Sadece fotoğraf çekiyorum. Fotoğrafı bir ifade biçimi olarak kabul ettiğim gibi bir anlama biçimi olarak da kabul ediyorum. Fotoğrafı ticari anlamda düşünmedim hiç. Yazmak ve okumak neyse benim için fotoğraf çekmek ve fotoğraf seyretmek de o.
Selfie meselesine gelince. Yıllar önce bir konferansımda selfie için “kafaya sıkmak” tabirini kullanmıştım. İnsanın kendi kendini dondurması, kendini vurması, kendini tüketmesi biçiminde de değerlendirebilirsiniz. Ama bana göre bu mesele sadece selfie olarak değerlendirilmemeli. Cep telefonları ile birlikte ortaya çıkan patolojik bir durum var. Fotoğraf tüketimi… Görüntü kirliliği… Hafızabozumu veya hafıza formatlanması… Hangi isimle isimlendirirseniz fark etmez. İnsanlar görünmek istiyorlar, görülmek istiyorlar, izlenmek ve takip edilmek istiyorlar. Bu çok hastalıklı bir durum. Bunun üzerine çok ciddi olarak düşünmemiz gerekiyor. İnsanlar sadece kendilerini değil, kıyafetlerini, yediklerini, içtiklerini, evlerini, odalarını, çocuklarını vs. her şeylerini paylaşıyorlar. Dolayısıyla bunun mahremiyetle ilgili bir bağlamı da var. Sosyal medyası olmayan insan a-sosyal olarak kabul ediliyor. Lâkin dışardan baktığınızda gerçekte sosyal medya a-sosyalleştiren bir aygıt. Bugün twitter, instagram veya facebook kullanmıyorsanız a-sosyal kabul ediliyorsunuz. Toplumsalla ilginizin olmadığını düşünüyorlar. Oysaki asıl toplumsalı bunlar yok ediyor. Yoketmekle beraber ortaya elbette bir “toplumsallık” da çıkarıyor. İşte asıl tehlikeli olan bu. Çünkü ortaya çıkan “toplumsallık” bir gerçeklik değil. Bir imaj, gösteri ve simülasyon. Lâkin gerçeğinden daha etkin, daha baskın ve daha belirleyici. Bu kısırdöngü aşılmaz bir boyuta doğru maalesef gidiyor. Fotoğrafı bir görüntü üretme aracı olarak düşünürseniz buradan kurtulamazsınız. Ancak onu görünenle olan bir ilişki olarak değerlendirirseniz başka türlü bakma, görme ve görünme biçiminin de olduğunu fark edersiniz.
En başta da söylediğim gibi, fotoğraf bir okuma, anlama ve anlatma biçimi olarak telakki edildiği takdirde araçsal kalır ve bu da sorun olmaz. Fotoğraf mahremiyet ilişkisini düşünmeden çekilen her fotoğraf sadece tüketilen bir görüntüye dönüşecektir. Benim için fotoğraf budur. Bir tecellinin peşinde, bir tezahürün izinde gerçeklikten kopmadan, tanım yapmadan anlamaya, hissetmeye çalışma çabası. İlim, akıl, sezgi, marifet, müşahede ekseninde bir bağlamı yoksa zaten anlamsız. Nasıl yazılarımla bir şeye işaret ediyorsam, fotoğraflarımla da bir şeye işaret ediyorum. Bu yanıyla fotoğrafın bir kitaptan, bir türküden farkı yok benim için.
Şehir Akademi’de Görsel Düşünme atölyesinde fotoğraf üzerinden bakmak, görmek, görüntü, görünen, teşhir, imaj, simülasyon vb. kavramsal çerçeveden anlatmaya çalıştığım şey nazari düşünme, muhayyileye dayalı düşünme ve müşahedeye dayalı düşünme bağlamında fotoğrafı nasıl değerlendirebiliriz sorusuna cevaplar aradım. Bu süreç hâlâ devam ediyor benim için… İçinde yaşadığımız zaman diliminde görüntü kirliliğini ben yine fotoğrafla aşabileceğimizi düşünüyorum.
Medyada “Evinde otuz bin kitapla yaşayan adam.” olarak tanındınız. Bize okuma serüveninizden ve bu büyük kütüphaneyi kurarken yaşadığını ilginç anekdotları paylaşır mısınız?
Böyle tanınmak hem iyi hem kötü. Çekimi yapan arkadaşlar tanıtım filmini hazırlarken antropolojik bir nesne, fosil gibi sunmuşlar. İzlediğimde güldüm ve bunu onlara da söyledim. Kitap bilmek, bilinmek ve bilgi içindir zaten. Fotoğrafta olduğu gibi kitap tüketiminin olmadığı bir okuma biçimi oldu hep benim hayatımda. İlkokul 4. sınıftan itibaren başlayan bilinçli bir okuma süreci. O dönemlerden itibaren okuduğum her kitabın içine girdiğimi ve okuduğum her kitabın bana katıldığını, beni çoğalttığını hissettim. Bu bilinçle de okuduğum kitapları yanımdan ayırmadım. Çünkü onlar benden ayrıldığında eksileceğimi düşündüm. Bazıları bunu yanlış anlıyorlar. Kitabı biriktiriyorum ama kimseye vermiyorum, kimseyle paylaşmıyorum sanıyorlar. Böyle bir şey olur mu? Aksine ben öğrencilerime, arkadaşlarıma sürekli kitap hediye eden bir insanım. Veririm, paylaşırım ama benimle olması gerektiğini düşündüğüm kitabı yanımda, odamda, evimde isterim. Bunu anlamak bana göre zor değil.
İlkokul 4. sınıftan beri düzenli okuyorum. Ortalamam elbette kitabına göre değişir lâkin sanırım iyi okuyan bir insanım. Günün belli saatleri benim için kitap okuma saatleridir. Bu da sabah namazı sonrası iki saat. Akşam yatmadan önce iki saat. Bunun dışında zaten dergi çıkaran, yazan, konuşan birisi, günün diğer vakitlerinde de bir tür okuma süreci içindedir. Ancak benim için okuma bir disiplin içinde, bir süreklilik içinde yaptığım okumalardır.
Kütüphanem okumalarımla oluştu elbette. Şüphesiz okumadığım ama okumak amacıyla aldığım pek çok kitabım da var. Veya arkadaşlarımın, dostlarımın gönderdiği kitaplar var. Kütüphanemin oluşmasın da onların da çok etkisi var. Fakat birinci derecede kütüphane okuyarak oluşmuyorsa anlamsızdır. Benim kütüphanem okumalarımla oluştu. Sahafları da unutmamayım bu arada. Sahafları iyi takip ederim. Kütüphanemin oluşmasında onların da önemli katkısı olduğunu belirtmeliyim.
İlginç anekdotlara gelince elbette çok fazla. Önemli bir kısmını pek çok yerde anlattım. Burada anlatmam tekrara girecek. Ama kütüphanesi olan birisi için en zor durum ve en somut anekdot taşınma sürecinde, taşıyıcılarla yaşanılan durumdur. Bununla beraber evime gelenlerin “bunların hepsini okudunuz mu” sorusu anekdotların en ilginci olarak durur.
Her şeye bir tıkla ulaşabileceğimiz, on ya da yirmi yıl sonra iyice görüntüye mağlup olacağımız bir çağda yaşıyoruz ve binlerce kitabı bir telefona ya da bilgisayara sığdırabiliyoruz, bu kadar görüntünün ve iletinin altında ezilen bir insan niçin kütüphane kurma ihtiyacı duysun?
Kitap sadece okunmak için değil birlikte yaşamak için alınır. Ben bu temel ilkeyi her daim söylüyorum. Çünkü bunu yaşamımla somutlaştırdım. Dijital kitaplara veya bir kitabın PDF’sine ulaşmaya asla karşı değilim. Lâkin bunu diğerinin yerine koymaya başlayınca aptallık ortaya çıkar. Çünkü kitabın dijitali yararlılık açısından, hız açısından, ulaşılabilirlik açısından önemlidir. Bu kitabın anlam olarak bir eve, bir odaya, bir insana kattığını katamaz. Dijital olan, sanal olan, simülatif olanla da yaşarsınız ama bu bir yaşama değildir. Nasıl klavye bir dolma kalemin yerini alamazsa, dijital kitap veya dijital resim de kütüphanenin veya duvardaki resmin yerini alamaz. Mona Lisa’yı bilgisayarınızda masaüstü yaparsınız ama bu ona sahip olduğunuz, onun sizinle olduğu anlamına gelmez. Duvarınızda olmadığı sürece bir aidiyet hissedemezsiniz. Dolayısıyla kütüphane bir aidiyetle, hafıza ve süreklilikle ilgilidir. Dijitalde bunu düşünemezsiniz bile. Bütün sanallaşma ve dijitalleşmeye rağmen her evde az veya çok büyük veya küçük kitapların ve kütüphanenin olması insani bağlamımız için önemli diye düşünüyorum. Bu yabancılaşmamak ve insan kalmak için önemli…
Söyleşinizde “Kitaplarım eşyalara galip geldi.” diyorsunuz. Bu cümle bana Canetti’nin Körleşme’sindeki Kien’i hatırlattı. Kien kitaplarını yakıyordu. Siz kitaplarınızın akıbetini düşünüyor musunuz?
Eyvallah. Kitaplarımın akıbeti elbette kitap olarak kalabilecekleri bağlama kavuşmaları ile ilgili. Kitap mekânını yitirdiğinde kitap olmaktan çıkar zaten. Kütüphane bunun için çok önemli. Ben de kitaplarımın mekânını bulacağına inanıyorum. Elbette adıma kurulacak bir kütüphane için veya bir büyük kütüphanenin bölümü için kitaplarımı huzurla veririm. Ömrü Rabbim belirler ama benim için henüz erken. Daha okuyacağım çok kitap var. Daha okuduğum kitaplar da dâhil olmak üzere onlarla yapacağım çok sohbetler, seyahatler var.
Ömrümün önemli bir kısmı Kayseri’de geçti. Kayseri’de bir kütüphaneye verebileceğim gibi Kırşehir’li olmam itibari ile Kırşehir’de bir üniversiteye verebilirim. Ama dediğim gibi henüz 55 yaşındayım ve daha okumaya yazmaya yeni başladım gibi düşünüyorum. Kitap yolunu bulur.
Muallim Cevdet kitap okunurken sigara, çay içilmesine bile celallenir, ikaz edermiş. Sizin de okuma ritüelleriniz var mı?
Yok… Davul çalsa kulağımın dibinde ben kitap okurum. Kitap okumaya başladığımda dış dünya ile ciddi bir kopuş yaşıyorum. Dediğim gibi kitap bana katılıyor ben kitaba katılıyorum. Bu yüzden okurken okuduğum odamda mutlaka müzik olur. Duyarım ama duymam. O da bir anlamda okumama eşlik eder. Muallim Cevdet’in aksine bir dönem sigara içerek, çay içerek kitap okuyordum. Şu anda da kitap okurken çay hâlâ en büyük paydaşım. Bence kitap okumayı bugün bozacak veya olumsuz etkileyecek tek şey cep telefonları.
Son olarak okuma ve bir kütüphane kurma hususunda neler tavsiye edersiniz?
Kütüphane bir sonuç. İnsan okuyorsa bir kütüphanesi olur. Bu ister 30 kitaplı olsun ister 30 bin kitaplı olsun. Kütüphane kuracağım diye veya kütüphanem olsun diye okunmaz zaten. Kütüphane okuyan insanın yaşama biçiminin, yaşama sürecinin doğal sonucudur.
İnsanlara illa şunları okusunlar diye asla bir tavsiyede bulunmam. Çünkü okuma bir ihtiyaç, yaşama biçimi ve tavırdır. Öyleyse insanların zaten ihtiyaçları olan bir şeyi ben niye belirleyeyim. Herkes kendi sürekliliğinde kendisi belirleyebilir. Ancak şunu da bilirim ki gerek kendi tarihimiz bağlamında ve gerekse dünya bağlamında mutlaka bilinmesi, okunması gereken eserler var. Bunlar zaten kendini okutur. Belki de asıl okuma bu ana metinlerin dışında detayda ortaya çıkar. Bunu da kişi kendisi belirler ve oluşturur. Bu kişinin okuma seyri / yolculuğu ile ilgili bir durumdur.
Bu söyleşi için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim…
Dursun Çiçek fotoğraflarından örnekler
1 Yorum