Ahmet Sarı… Öncelikle şair… Yazar, mütercim ve akademisyen.
Edebiyatın pek çok alanında kalem oynatıyor: şiir, hikâye, eleştiri, çeviri… Yakın bir süre önce iki kitabı daha yayımlandı: “Kendi İmdadına da Koşup Gelen Hızır”, “Edebiyat ve Suç”
Edebifikir okurları için Ahmet Sarı ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
***
Hayatın içinde her an gördüğümüz, duyduğumuz, haber kanallarında seyrettiğimiz olayları öyküleştiriyorsunuz. Bu sebeple insanın görmek istemediğimiz bir yönüne de ayna tutmuş oluyorsunuz. İnsanın gerçeği ile karşılaşmak nasıl bir duygu? İnsana dair ümidinizi kaybettiğiniz oluyor mu?
Ahmet Sarı: İsmet Özel’in Üç Frenk Havası adlı şiirinde “Bize ne başkasının ölümünden demeyiz/çünkü başka insanların ölümü en gizli mesleğidir hepimizin/başka ölümler çeker bizi/ve bazen başkaları/ölümü çeker bizim için” diye dizeler yer alır. İnsan başkalarının ölümüne, felaketine ve trajedisine meraklıdır. Bu, trajediye uğrayan insanda kendini görmüş olmanın dehşetidir. Sanatta ya da edebiyatta da Aristoteles’ten günümüze gelen katharsisten söz edecek olursak sanatın “conditio humane” olarak yani insanlık durumu olarak kendini başkasının hayatına eklemleyebilme -bu trajedi de olabilir komedi de- durumundan başka bir şey olmadığını görürüz. Çağımız bir felaket çağı olduğu için, insanoğlu sanatın her alanında, hele de medya yardımıyla ilgi çekmek ve gözü üzerine dikebilmek için trajediye susuz bir şekilde bizleri programlamaktadır. Felaketler, susuzluk haberlerinden sinemaya, dizilerden reality showlara kadar vaktimizi almaktadır. Buradan da dingin, yavaşlığa övgü dizen; şiddeti, korkuyu ve dehşeti hayatımızdan atan bir tavır beklenmesin. İnsana dair ümidin kaybedildiği zaman işte tam bu zamanlardır ama Hölderlin’in de dediği gibi “çöküşün olduğu yerde kurtuluş da baş gösterir”. “Yaralayan mızrak ancak yarayı iyi eder”. Bu korkudan, dehşetten ve felaketlerden ruhumuza iyi gelecek bir kurtuluşu da çıkarmanın yolunu bulmamız gerekmektedir.
“Korku ve Dehşet Üçlemesi” üst başlığı ile kitaplaştırdığınız öykülerde insanların cinnet hallerini, kızgınlık ve öfke sonucu düşülen durumlarını anlatıyorsunuz. İnsanın mutedil hareket etmesi, vasatta durması sizce mümkün değil mi? İnsanın akıl almaz bu hallerini nasıl anlamlandırıyorsunuz? Bu bağlamda kendinizle yüzleşmekten korktuğunuz oldu mu hiç?
Ahmet Sarı: İnsanlar vasat insan olmayı becerebilseler, her şey sanki yolunda gidecekmiş gibi bir intiba var bende. Ama insanın özünde ifratla tefrit arasında bir sarkaç olmaklık var. Bir şeyi ya abartmayı seviyor ya da topyekûn reddetmeyi. O kadim dengeyi kurmak çok zor gibi gözüküyor. Toprak özde nasıl kabarmak arzu ederse; uluslara, ülkeler tarihine bakın, hep savaşlarla topraklarını geliştirme ve yayılmaya dayanıyor. İnsanın özündeki arzu da tadili erkânda duramıyor. Onu serinliğe çekme, bildik o vasatlıkta mutlu olabilme imkânı zor görünüyor. Böyle olunca yaratıcı tarafından insana yüklenen yasaklar, insanın zamanla yeryüzünde kurmaya çalıştığı bir düzen fikri, yasalarla, kanunlarla, kurallarla belli olmasına rağmen insan tarafından çiğneniyor. Sınırlarını her zaman aşmayı, yeriyle yetinmemeyi insan kendine şiar ediniyor. Özünde var bu. Bundan kurtuluş da görünmüyor. Bende bir insan evladı, bir garip âdem olduğum için insanlığın o duygu düşünce yükleri benim de varlığıma nakşolmuş. İnsan kendiyle yüzleşince aslında koskoca bir dünya ile, âlemle yüzleşebiliyor. Bu bağlamda Dostoyevski’nin insan ruhuna romanlarıyla gerçekleştirdiği sondajları ben de korku dehşet üçlemesinde gerçekleştirmeye çalıştım. Topyekûn bir kitapla değil ama sinematografik sekanslarla ve küçük öykülerle.
“Ve Asma Yaprakları Gibi Titreyen El” kitabınızdaki “Ay Gidiyor” öyküsü şu cümlelerle son buluyor: “Yağmur çocuğun tebeşir hatlarını siler, anne ise çizimin ve ana hatların silinmemesi için debelenir. Sırılsıklam olmuştur anne ve elindeki tebeşir de ıslanmaktadır. Tebeşir elinde ufalanmaya başlar.” Bunu ilk okuduğumda annenin yaşadığı çaresizlik beni sarstı, ne yapacağımı şaşırdım. Bu tarz öyküler yazma sebebiniz nedir? Ya da insanla derdiniz nedir? Acının içinden hakikate bir yol bulabildiniz mi?
Ahmet Sarı: Kafka’nın çok sevdiğim bir sözü var. Şöyle diyor: “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta görevi görmelidir.” Edebiyat bundan daha iyi anlatabilecek söz olabilir mi? Edebiyatın etkisi onunla yüzleştiğinizde sizde bir değişiklik yapmıyorsa faydasızdır. İçinizdeki donmuş denizi balta ile yıkıp ona hayat katmalı. Sizi darma duman etmeli. Sizi sarmalı, sarsmalı, şok etmelidir. Böyle bakıldığında trajediyi pornolaştırmak, onu acılı arabeske çevirmek değil de o işin de bir estetiği varsa onun yardımını alarak insanları sarsmayı başarabilir öykü. Öykünün görevi belki de budur. Bu olmalıdır. Okuduğunuzda size öyle etki etmesi gerekir ki en azından gözünüze o akşam uyku girmemelidir.
Metinlerinizde sıklıkla karşılaştığımız bir kavram olan “ölüm”e karşı kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Hayata anlam verirken “ölüm” kavramından yardım alıyor musunuz?
Ölüm belki de üzerinde en çok düşündüğüm hâllerden biri. “Hâl” dedim, çünkü yaşayan biri ölüm üzerine, suyun o yakası üzerine ancak kendine dek gelmiş teorik bilgilerden bilgi sahibi olabiliyor. İnsanın doğup dünyaya gelmesi ve dünyada belli bir yaşam sürdürdükten sonra da ölmesi, doğum ile ölüm arasındaki süreçte varlığı kıskaca alınmış birinin çaresizliğini gösteriyor bizlere. Ölümsüzlüğü düşünemiyoruz. İçte kalp her an infilak edecek bir bomba gibi duruyor. Her an atışı bırakabilecek bir çarpıntı hali. İnsan bu. Bir kalp çarpıntısından bir diğerine kadar belirsizlikler içinde yaşayan bir mahlûk. Ölümün bir son olduğunu düşünmediğim, bir başlangıç olduğunu düşündüğüm için, “iki doğum ve iki ölüm”den sonra öte dünya inancım olduğundan nihilistler, ateistler gibi bir karamsar hâl içinde değilim. Ölümü, kelebek olacak bir tırtılın kozasını yerde bırakıp gitmesi olarak değerlendiriyorum. Eski Alman pietistler “memento mori” düşüncesine sahiplerdi. “Carpe diem” değil, yani “gününü gün et” ilkesine sahip olmak istemeyip “ölümü anma” düşüncesine inanırlardı. Ölümü yaşamın içine gömdüğü zaman insan, ölümü unutmadı mı, Rilke’nin de dediği gibi çekirdek meyveye nasıl saplıysa ölümü de kendi canlılığına, bedenine öyle saplı olarak gördü mü hayatı başka bir alımlayışa sahip olabilir. Benim hayat görüşüm bundan başkası olmaz, olamaz.
Metinlerinizde, yaşadıkları ve başına gelenler sebebiyle çıkış yolu bulamayan insanın trajedisine eğilmenizin özel bir sebebi var mı?
Mustafa Kutlu iyimserliğine sahip olmak isterdim. Müslümanın trajediyle illiyetini kurmuyordu. Müslüman Müslümanlığını yaşadığı zaman başına trajedinin gelmeyeceği fikrinden ziyade dünyada var olan, dünyada varlık bulan herkese ayet mucibince de “(Ey müminler!)Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?! Onlara yoksulluk ve sıkıntı öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihâyet peygamber ve beraberindeki müminler, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” demişlerdi. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) belalar gelecektir. Müslümanların da çilesi olacaktır. Müslümanları çileden, trajediden, acıdan beri varlıklar olarak değerlendirmenin bir anlamı yok. Felaketler bizi de bulacak. Peygamberlerin başlarına gelenler, o büyük zulümleri ve acıları bizler de yaşayacağız. İnsan olmaklık, içinde mutluluğu da mutsuzluğu da barındıran, tiyatrodaki iki maske olan komedi ile trajediyi içinde bulunduran bir durumdur. Herkes bu dünyadan payına mutluluğu, acıyı, kahkahayı, yası alıp gidecek. İnsanoğlu bazen çıkış yolu bulabilecek, bazen de bulamayacak. Çıkış yolu bulamayan insanın çaresizliği beni daha fazla çekiyor. “Korku ve Dehşet Üçlemesi” bu çaresizliğe düşmüş insanların bir galerisi adeta. Acıdan mutluluğa bir yol varsa, acıdan şükre, acıdan kalbin nefes aldığı serin diyarlara.. dikkat çektiğim husus budur.
“Edebiyat ve Suç” kitabınızda dünya edebiyatının dört büyük eserinin unutulmaz kahramanları üzerinden suç işlemeye dair bir okuma yapıyorsunuz. Neden suç? İnsanı tanımlasanız, bu tanımda suç nasıl bir yer tutar?
Biz ilk insanın, Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemesi ile dünyaya indirildiğini, cennetten çıkarıldığını biliyoruz. Sonra tövbe edip affedildi. Fakat suçun ete saplı elma gibi bizle cennetten şeytanla indiği de ortada. İnsan suça meyyal bir yaratıktır. Melek olmadığı, meleklik vasfına sahip olmadığından, kötülük damarlarında gezindiğinden ayartılmaya teşnedir. Cennetten inen sadece insan değil, onun inmesine sebep olan şeytan da cennetten indiğinden bizler şeytana verilen mühlet boyunca kendi içimizdeki nefs ve dışarıdaki şeytanla mücadele içinde olacağız. Öyle gözüküyor. İnsanın doğru yoldan sapma eğilimi, hazlara düşkünlüğü, nefsine yenilmeye eğilimi insanlık tarihinin ilk zamanından günümüze kadar hep işlerliğini göstermiş ve suç dünyadan eksik kalmamıştır. Arzular, hevesler, duygular, çıkarlar vs. olduğu sürece dünyada suç devam edecek gibi görünüyor. Melekler gibi suçsuz bir kavim, suçsuz bir varlık olsak yaratıcının suç üretecek bir korpusa sahip yeni canlılar ve varlıklar yaratacağına inanıyorum. Bu sınama durumu insanlığın belki de kaderidir. Suçun, iyilik yapma dürtüsü gibi, insanın tenine yapışan bir elma olduğunu düşünüyorum. Doğuştan bizimle inen ve yapılmayı dört gözle bekleyen hissiyatlar, duygular.
Bir mütercim olarak pek çok eseri Türkçeye çevirdiniz. Çeviri yaparken karşılaştığınız başlıca sıkıntılar neler? Türkçenin metin aktarılan hedef bir dil olarak mevcut imkânlarını yeterli buluyor musunuz?
Edebiyat kuramından felsefi metinlere değin yirmiye yakın çevirim oldu dediğiniz gibi. Ben, çevirmen kaliteli olursa çeviremeyeceği bir metnin olamayacağı görüşündeyim. Çevirmen poliglotsa, çok dil biliyorsa, iki dili iyi bilse dahi bu iki dilin tüm nüanslarına sahipse, çevrilemez dediğimiz yerlerin bile çevrisini gerçekleştirecektir. Çeviride sorun aşma yöntemleri var. Bu şekilde durumu aşacaktır. Önemli olan çeviride sabretmek ve çevirdiğiniz metne vâkıf olmak. Sizin anlamadığınız çeviri bölümlerini, yerlerini başkası nasıl anlasın. Türkçe elbette tüm dillerin akacağı mecra olarak yeterlidir.
“denizi ilk kez gören bir çocuğun yaşlanmasına dair” şiiriniz şu mısralarla başlıyor:
“söyle ona, kendi içime sarkıttığım ip / uzun düşmelerden sonra bir dibe vurmazsa”
İnsanın kendi içine sarkıttığı ip eğer dibe vurmazsa ne olur?
Ahmet Sarı: İnsan sosyal bir yaratıktır. Canlılar arasında doğumundan büyüme süresine kadar en zayıf yaratık olduğu bile söylenebilir. Bir impala doğar doğmaz yekinir ve hareket eder. Yılanlar ve kaplumbağalar da öyledir. Onları suya taşıyın ya da taşımayın yolunu bulur ve anaya bağlı kalmazlar. Anlatmak istediğim insan bu acziyeti ile sadece kendine değil, dışarıya da bağlıdır. Bazen yardımın dışarıdan gelmesini bekler. Ama yardımın içeriden, kendi küllerinden gelmesi gerektiğinin ayırımında değildir. İnsanın en başta yıkıldığı, bir enkaza döndüğü zamanlarda zümrüdüanka gibi kendi küllerinden yeniden oluşması gerekir. Bu dışa bağımlılık değil kendi içine ipi atabilmesidir. Kendi kendini kurtarabilmesidir. Bu bağlamda önemlidir de. İnsan kendine inandı mı, kendini sevdi mi, kendine yardıma hazır oldu mu, kendiyle barışık oldu mu, kendi imdadına da koşan Hızır olursun. Hızır kendi imdadına koşamaz. Hızır’ın imdadı olmaz. Ama insansak, insan olarak kendi içimizin derinlerine bir ip atma imkânına sahibiz.
Şiirlerinizde yoğun bir şekilde gökyüzünden bahsediyor ve sık sık kuşları zikrediyorsunuz: Ebabil, bıldırcın, sığırcık, kırlangıç, kuğu, keklik, güvercin, sülün, üveyik, serçe, turna, çaylak, kumru, şahan, kuzgun gibi… Bir şiirinizde “derimden kuşların uçtuğunu gördüm” derken, bir diğerinde “gökyüzünün olmadığı bir şiir yazmak isterdim sana” diyorsunuz. Gökyüzü ve kuşların hayatınızdaki önemini biraz açabilir misiniz? Size “kanatları uzaklara acıkan bir kuş” gibi hissettiren nedir?
Ahmet Sarı: Göğü metafizikî bir seyir mekânı olarak gördüğümden kuşları hep kıskanmışımdır. Kendilerini göğün acısına, sızısına kattıkları için. Bende gök hep Allah’a doğrudur. Direği görünmeyen ve insanlar için orada direksiz duran bu mavi çadırda tanrı kuşları gibi çok uzaklarda uçan kuşları hep kıskandım. Sırtlarını göğe yaslayıp uçmalarına imrendim. Öteler Romantik dönemde de olduğu gibi bende “Fernweh”yi (uzaklık acısı), “Fernsucht”u (uzaklık özlemi) hatırlatır. Rilke şairleri nasıl “Görünmezin arıları” olarak değerlendiriyorsa ben de göğü, kuşları da o görünmezin arıları olarak görürüm. Kuşları severim. Geleneğimizde de kuşların sonsuz önemi vardır. Zümrüdüanka’dan hüthüte kadar bizim kültürün, bizim zihniyet dünyamızın kuşları ilgimi çeker ve bir şekilde gelip şiire sessiz sakin konarlar. Yine Romantik dönemde hele de “Heinrich von Ofterdingen” romanıyla Novalis’in “mavi çiçeği” nasıl sonsuzluğu, uzağa özlemi bizlere sunuyorsa; “kanatları uzaklara acıkan kuş” yatay aksta dünyada gezmek isteyen birinin hâlini değil, ötelere açılmak isteyen birinin susuzluğunu dillendirir.
Doktoranızı “Türk ve Alman Poetikası” üzerine yaptınız. O çalışmanız doğal olarak tarihsel bir bakış açısının ürünüydü. Peki, iki şiirin bugünkü durumlarını mukayese ettiğinizde Türk şiirinim durumunu nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkçeyle iyi şiirler yazılıyor mu hâlâ?
Ahmet Sarı: Türklerin şiirle imtihanı benim görüşüme göre çoğu türden daha iyi durumdadır. Köklü bir mazisi olduğundan, daha doğrusu şiire sahip de çıkıldığından, hor görülmediğinden ve kabul edildiğinden uçsuz bucaksız zamanlarda onu terbiye etme durumumuz da hâsıl olmuştur. Başkasının varsın kendisine göre, kendi uygarlığından kaynaklı edebi türleri olsun, -roman örneğin- bizim derdimizi, kahrımızı, sevdamızı, mutluluğumuzu hep şiir çekmiştir. Bu bağlamda köklü bir tür olan şiirin uygarlık tarihi boyunca envai çeşit hâlleri, onu disiplinize etmemizi de sağlamıştır. Şaman dönemi, İslam öncesi, İslam sonrası, Divan edebiyatı, tekke-tasavvuf şiiri, modern şiir, İkinci yeni, seksenliler, doksanlılar, somut şairler ve milenyuma vardığımızda şiirimizin aktığı kulvardan hiçbir zaman karamsarlık hissetmedim. Alman şiirine göre de şiirimiz köklü ve kadim bir yapıya sahiptir. Burada şairleri sıralamanın bir anlamı yok. Buna sayfamız yetmez. Büyük şairlerimiz vardır ve ben Türk şiiri hakkında hiçbir zaman umutsuzluğa düşmedim. Bu da Türkçeyle muhteşem şiirlerin yazıldığını söylememi sağlıyor.
Telif ve tercüme eserlerinize baktığımızda bir hayli üretken olduğunuzu görüyoruz. Edebiyatın pek çok alanında kalem oynatıyorsunuz. Normalde akademisyenler ilgilerini belirli alanlarla sınırlı tutarlar fakat sizin bir akademisyen, edebiyatçı ve mütercim olarak ilgi alanınız bir hayli geniş. Sinema yazıları bile yazıyorsunuz. Sizi bu kadar çok yazmaya iten sebep nedir? Niçin yazıyorum sorusuna tatmin edici bir cevap bulabildiniz mi?
Ahmet Sarı: Yirmi dördümde akademiye girdiğimde Yedi İklim ve Dergâh’ta yazan biri olarak, daha doğrusu yaratıcı yazarlık alanında okumalarını sürdürmüş biri olarak korkmadım değil. Çok kaygılıydım. Akademide yazacaklarınızı bilimsel, kartezyen yazma biçimiyle, hipotezle, geniş yapı ve söylediğiniz her şeyi burhanlarla, kanıtlarla, dipnotlarla devam ettirme zorunluluğunuz ötelere âşık ve derinliklerde zeminsiz uçmak isteyen benim için bir sınırlama olabilirdi. O günden sonra demek ki ikiz ruhlar gibi ruhumu, zihnimi ikiye yardım. Janus’un iki yüzü gibi. O susuzluk halini hiç terk etmedim. Almanların çok güzel bir kavramı var “Wissensdurst” diye. Birebir Türkçede “bilgi susuzluğu” anlamına geliyor. İnsan bilgiye susuzsa kendini belli bir alanda sınırlandırmıyor. Açıldıkça açılıyor ve mutluluğu da oralarda buluyor.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Feyyaz Kandemir, Sulhi Ceylan
2 Yorum