Abdullah Harmancı ile Söyleşi

Abdullah Harmancı ile Edebifikir okurları için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

***

İlk hikâyenizin Dergâh’ta yayımlanmasının üzerinden yirmi beş sene geçmiş. İlk hikâyeden bugüne Abdullah Harmancı’da neler değişti?

Abdullah Harmancı’da ve verdiği eserlerde çok şey değişti sanırım. Bu da son derece normal. Her şeyden önce 21 yaşından 46 yaşına gelmek zorlu bir yolculuk. Örneğin daha ironik, daha esrik, daha mahzun metinler yazıyorum. Bu bir madde başı olabilir. O zaman yazdıklarımı şimdi yazsam mutlaka daha derinden, daha acıtıcı bir dil kullanırdım. Ama hiç değişmeyen şeyler de var. Sonuçta benim bir hayata baktığım nokta var, o değişmedi. Altı kitap oldu, altı öykü kitabı… Bilmem şu kadar öykü, bunların aynı elden çıktıkları belli… Bana mahsus bir mahzuniyet ve ironi var.

Sizce yazmak bir dert midir yoksa deva mı?

Şüphesiz ki derdimiz yazdırır. Deva buldurur. Devamız derdimize taşır bizi. Derdimiz devamıza… Yazmamızın sebebi son derece doğal ve içgüdüsel. Kuşların cıvıldaması kadar doğal. Çiçeklerin zamanı geldiğinde açması kadar doğal. Benim yazmaktan anladığım bu. Kulluğumuzun çiçeklenmesidir yazmak. Ne yazarsak yazalım. Sonuçta kul oluşumuzun bir yansıması. Kulluk iki derecelidir. Bunu ilk anlamıyla kullanıyorum. Yani yaratılmış olmak kul olmak anlamına gelir.

Günümüzde sosyal medyanın da bariz etkisiyle insanlar cümle kurarken genelde aforizmaya kaçıyor, siz ise sadeliği ve samimiyeti tercih ediyorsunuz. Bu tercihinizin avantajları ya da dezavantajları var mıdır?

Tercih değil. İçimden geleni yazdım. Her zaman. Piyasayı gözetmedim. Şöyle dersem başka türlü sonuç alır mıyım demedim. Stratejim ve taktiğim yok. Ama öykülerin içinden bir cümle, ansızın beklemediğiniz bir ilgiyle karşılanıyor. Sosyal medyadan çok fazla mesaj alıyorum. Doğrudan veya genele açık mesajlar. Bu anlamda öykünün veya yazının nerede yayınladığı da önemli oluyor. Bazı dergilerin okurları hem çok, hem de aktif. Bu ikisi de önemli. Çok olması ayrı, aktif olması ayrı. Yazınızı veya öykünüzü nerede yayınladığınız size nasıl ve ne oranda karşılık verileceğiyle doğrudan alakalı. Neyse. Niçe’nin sözünü her zaman dinledim. Kanla yazdım. Kanımla yazdım. Temel ölçüt bu.

Namaz kılmak için reklam arasını bekleyen, namazı “Aradan çıkarmak” için kılan, beş vakit camiye gittiği hâlde elini, ayağını bankadan çekemeyen, gelenekle modernite arasına sıkışıp kalmış, sürekli bir inişte ve çıkışta olan insanları anlatıyorsunuz. Bu trajediyi hikâyeleştirirken neler hissediyorsunuz?

Özellikle öykücülüğümün ilk dönemlerinde “modern Müslüman”ın çelişkilerine yöneldim. Zira hep bunları gördüm. Bu alanın öyküye taşınması gibi bir projem olmadı. Ama sonuç böyle oldu. Kimseyi hedef almadım. Belli bir kesimi eleştirmek değildi amacım. Ama biz işte buyuz, demek gibi bir şeydi. İnsan demek kusurlu demek. Hayat demek eksik demek. Elbette yanlış yapacağız. Elbette eksik olacağız. Bütün mesele yolda kalmak. Yolda olmak. Sürdürmek. Devam ettirmek. Yılmamak. Israrcı olmak. Kalın çizgiler ve kesin cevaplardan uzak durmak. Eksik olduğunu bilmek. Bugünlerde Müslümanlar çok kederli. Güvensiz. Şaşkın. Huzursuz. İyi ama yolda olmak bu anlama gelir zaten. Sorun varsa hayat vardır. Sorun varsa yürümektesiniz demektir. Ne olacaktı? Cennetle mi müjdelenecektik? Hayat ve dünya ve insan hepsi bu kadardır. Hep bir şeyler eksik ve yetersiz olacak. Tamamlanmayacak.

Genelde hikâyelerinizin kahramanları Anadolu insanı. Ama sadece Anadolu irfanı klişesine yaslanmıyorsunuz. İnsanın çelişkilerinin, bocalamalarının fotoğrafını çekip hiç yorum yapmadan okurun önüne koyuyorsunuz. Sizce okur metne ne kadar dâhil olmalıdır?

Aslında okur, zannettiğimizden çok daha etkili. Önemli. Popülizm anlamında söylemiyorum elbette bunu. Dergilerde yayınlıyoruz eserlerimizi. Sonradan kitap oluyor. İşte bu süreç bizi çok eğitiyor. Okur bazen öyle bir şey söylüyor ki. Nerede hata yaptığınızı anlıyorsunuz. Tabii benim sözünü ettiğim okur genelde üst düzey bir okur. Profesyonel bir okur. Estetik beğenisi çok gelişmiş bir okur. Sizi hep yukarıya çekiyor. Ben okuruma yetişmeye çalışıyorum. Zira yayıncılık ve özellikle çeviri yayıncılığı öyle ilerlerdi ki, artık çok değerli bir yazarı hiç duymamış olmanız çok normal.  Ama sizi okuyan insanlar sizden önce bu yazarların okumuş olabiliyor.

Sokakta büyümeyen, misket oynamayan, bilyalıya binmeyen, mahalle maçı yapmayan, masal dinlemeyen, bir nesil yetişiyor. Anı biriktirmeyen birisi gelecek nesillere ne anlatabilir, anlattıkları muteber midir?

Bütün bunlardan emin değilim. Anı biriktirmemek ne demek mesela? Her gerçekliğin edebiyatı üretilebilir. Atari salonlarının da bir gerçekliği var. Avm’lerin de. Bunların da öyküsü yazılabilir. Doğayla irtibatımızın zayıflaması insan adına olumsuz bir durum. Bu kesin. Ama her türlü yaşam biçimi edebiyatlaşır.

Taşrada başarılı ve istikrarlı dergiler neşrediliyor. Bunlardan birisi de Mahalle Mektebi. Sizce edebiyatımızda hâlâ taşra merkez ayrımı var mı?

Taşra merkez ayrımı bizim gibi güçlü devlet geleneği olan ülkelerde daha belirgin. Devlet geleneğimiz çok erken oluşmuş. Böyle olunca da “İstanbul ve” şeklinde ayrılan bir yapı oluşmuş. Elbette eskisi kadar güçlü bir ayrım artık yok. Bunun tek sebebi taşranın İstanbul’a kolay ulaşması değil. Taşranın ortadan kalkması. Taşra siliniyor. Bunu en çok merkezdekiler anlayamıyor. Taşra üniversitelerindeki hocaların çoğu yurt dışı doktoralıdır. Dolayısıyla ne oluyor? İstanbul’u atlayarak Londra’ya ulaşmış kişi, Londra’da her türlü akademik bilgi birikimine ulaşıp gidip Urfa’da yaşamaya başlıyor. Bir taşra şehrinde yabancı dilde çalıştay yapılmasından bahsediyorum. Her şey bunun gibi hızla değişiyor, eski taşra yaşantıları buharlaşıyor. Ayrıca İstanbul dünyanın taşrasıdır. Taşrasındadır. Taşrayı biraz da Amerika’dan bakarak konuşmak lazım. Paris’in merkez olmadığı bir dünyadan bahsediyoruz.

9 kitabınız var, 6 tanesi öykü. Öykülerinizi kitap hâline getirirken bütünlük hassasiyeti gösterir misiniz? Tanpınar “Her şiir bir eserdir” demiş. Sizce her öykü bir eser midir yoksa öykünün eser muamelesi görmesi için illa bir kitapta toplanması mı gerekir?

Aslında benim en zorlandığım şey bu. Öykü dosyalarımı yayına hazırlamak zorluyor beni. Sebebi de bütünlük duygusu yaratmak lâzım. Hâlbuki öyküleri çok başka zamanlarda çok başka duygularla yazıyorsunuz. Bunları aynı kitabın içine sığdırmak zaman zaman zor oluyor. Bu sebeple hazırladığım hiçbir dosyaya girememiş öyküler var. Her seferinde bunu başka zaman yayınlarım deyip dosyadan çıkartıyorum. Dosya bütünlüğü diye bir şey var. O sebeple şimdi iki ayrı dosyayı aynı anda hazırlıyorum. Yazmakta olduğum bir öykü, henüz yazılma aşamasında iken hangi dosyaya gireceğini hesap edebiliyorum. Veya bazen çok iyi bir öykü yazdığımı düşünüyorum ama şöyle bir düşünce moralimi bozuyor: “İyi de bunu hangi kitaba koyacağım, iki dosyaya da girmez bu…” Bütünlük kurmak zor iş. Biraz da öyküyü yazıp bitirdiğinizdeki manevi durumunuzla ilgili bir şey bu. Her seferinde çok farklı bir şey yazdım sanırsınız. Her seferinde o öykü zaman geçtikçe doğallaşır ve olağanlaşır. Olumlu anlamda ve olumsuz anlamda.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Temrinli Temâşâ , 07/07/2020

    Sayın Abdullah Harmancı’nın kalemi özenlidir, beğeniyorum.

    “Elbette yanlış yapacağız. Elbette eksik olacağız. Bütün mesele yolda kalmak. Yolda olmak. Sürdürmek.”

    İnsanı tanıyan bir yazarın beyanı ancak böylesine doğal olabilirdi.

    Bir de unutmadan Sayın Karaca ile de bir mülakat bekliyoruz. Kendisi perde arkasında olmakla yetiniyor olmalı ancak malumdur ki, sanatkâr iltifata mazhar oldukça yüzünü topluma aralar.

    Konuşulacak çok şey var pîrim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir