Stefan Zweig: Öykü ve Ölüm Arasında Bir Yerde

1942 Şubatının son günlerinde Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesi “Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi.” diye başlık atarken, sona eren bu yaşamın arkasındaki trajediden hiç bahsetmiyordu. Çünkü gazete Nazi yanlısıydı ve ölen kişiyse Nazi karşıtı göçmen bir Yahudi’ydi.

1942 yılının 22 Şubat günü rutin olarak öğleye doğru çalıştığı eve gelen hizmetçi kadın yatak odasından bazı hırıltılar duydu. Hizmetçinin haberdar ettiği kocası, hiç vakit kaybetmeden Rua Gonçalves Dias 34 no’lu eve acilen bir doktor çağırdı. Doktorun gelmesiyle birlikte yatak odasına girdiklerinde dünyaca ünlü yazar Stefan Zweig ve eşi Lotte Altmann’ın cesediyle karşılaştılar. Zweig, şık bir elbise giymiş ayrıca kravat takmıştı, Lotte ise kocasına sarılmıştı. Sanki ortada iki ceset yok da biraz sonra evden çıkacak ve bir davete gidecek iki insan vardı. Ama gerçek böyle değildi.

Dramatik olan bu sahnenin ardından kontrollerini yapan doktor, ölüm kâğıdına, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Zweig ve eşinin zehirli bir madde içerek öldüklerini yani intihar ettiklerini yazdı. Zweig ve eşi, “Veronal” isimli haptan kendilerini bir daha uyandırmayacak kadar almışlardı yani.

Bir Gezgin

28 Kasım 1881 yılında Avusturya-Viyana’da tarihî ve görkemli bir evde hayata gözlerini açan Zweig, sanayici bir babanın oğluydu. İyi bir eğitim almış; İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrenmişti. Viyana Üniversitesi’nde felsefe bölümüne kaydoldu, bir taraftan da Theodor Herzl’in çıkardığı gazetenin kültür sayfası için yazılar kaleme alıyordu. 1907’de iki yıl sürecek bir geziye çıktı veSeylan, Gwalior, Kalküta, Varanasi, Yangon ve Kuzey Hindistan’ı kapsayan geniş bir coğrafyayı durmadan, dinlenmeden gezdi. Ardından 1911 yılında New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko’yu da içine alan Amerika yolculuğunu gerçekleştirdi. 1914 yılında ise Belçika’ya şair Émile Verhaeren’in yanına gitti. Birinci Dünya Savaşı başlayınca Belçika’dan Viyana’ya geri döndü ve gönüllü olarak orduya yazıldı. Ancak savaşta gördüğü sahneler, hayatının geri kalanında savaş karşıtı olmasına ve pasif bir duruş sergilemesine neden oldu. Zweig için, hayatının bundan sonraki döneminde hümanist bir duruş ortaya çıktı diyebiliriz.

1933 yılında Almanya’da eserlerinin yasaklanması ve yakılması üzerine Brezilya’ya gitti ve burada 23 Şubat 1942 yılında küçük bir dağ kenti olan Petropolis’te bahçeli bir evde öldü. Eserleri 50’den fazla dile çevrilen; özellikle roman, deneme, biyografi ve uzun öyküleriyle dünyada en çok okunan yazarlar arasına giren Zweig, artık Hitler’in ve Nazi Almanya’sının durdurulamayacağına inanmış ve böyle bir dünyada yaşamayı istememişti. Usta yazarın evi, bu trajik ölümden sonra müzeye dönüştürüldü.

Düşünülmüş Bir Ölüm

22 Şubat’ta hayata veda eden Stefan Zweig ve Lotte Altmann, aslında ani bir kararla intihar etmemişlerdi. En azından Petropolis, Rua Gonçalves Dias 34 no’lu evin odasına göz gezdirdiğimizde bizde uyanan his buydu. Çünkü odaya girenlerin karşısında intihar eden çiftten başka dikkat çeken en önemli detay, tertipli bir masa ve masa üzerinde bırakılan, pulları özenle yapıştırılmış mektuplardı. İşte bu küçük detaylar bize, aslında Zweig ve Lotte’nin intiharı daha önceden tasarlayarak gerçekleştirdiklerini gösteriyor. Geride bıraktığı mektuplarsa birer veda mektubuydu elbette. Zweig, “Benim lisanımın konuşulduğu dünya bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu.” diyordu.

Brezilya’ya Doğru…

Zweig için her şey 1933’te Almanya’dan ayrılmayla başladı diyebiliriz aslında. Daha sonrasında yani 1939’da İngiliz vatandaşlığına geçen usta yazar, bir taraftan da Almanya’yı ve Hitler’i takip etmeye devam etti. Hitler’in ordularının batıya doğru ilerlemesi üzerine eşiyle birlikte Avrupa’dan ayrıldı. New York, Arjantin, Paraguay ve Brezilya’ya giden Zweig, Aralık ayında tekrar Newyork’a geri döndü ve burada “Tarihi Bir Hatanın Öyküsü” isimli eserini kaleme aldı. Takvim yaprakları 1941’i gösterdiğindeyse “Brezilya Geleceğin Ülkesi” adlı eserini yayımladı. Sonrasında da Brezilya-Rio de Janeiro’ya yerleşmeye karar verdi. Küçük bir dağ kenti olan Petropolis’e yerleşen Zweig, dünyaca ünlü “Satranç” isimli uzun hikâyesini burada kaleme aldı. Hacmi küçük etkisi ise büyük olan bu eserde, İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı insan kıyımında ruhsal baskılara maruz kalan bir insanın duygularını, tepkilerini anlattı.

Usta Bir Öykücü

Türk okurlarının yakından tanıdığı Zweig, en çok biyografileri ve uzun öyküleriyle biliniyor. Satranç, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Olağanüstü Bir Gece, Korku, Bir Yüreğin Ölümü, Ölümsüz Kardeşin Gözleri, Amok, Unutulan Hayaller, Kızıl, Mecburiyet gibi kitaplarını burada sayabiliriz. Ancak bunların dışında; Hayatın Mucizeleri, Geç Ödenen Bedel, Yakıcı Sır, Zalimce Bir Oyun, Görünmez Koleksiyon, O Muydu?, Gizli Bir Aşk, Geçmişe Yolculuk, ErikaEwald’in Aşkı, Gömülü Şamdan, Düşlerdeki Aşk, Bir Suçluyla Tanışmam gibi kitapları da bulunuyor.

Zweig açısından, Salzburg’da Kapuzinerberg’in yamacında bulunan Kapuziner yokuşu, 5 numaradaki villa, ilk eşi Friderike ile evli olduğu dönemde satın aldığı ve 20 yıl boyunca en üretken olduğu yerdi. Zweig, “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” adlı uzun öyküsünü burada, 1920’li yılların ilk çeyreğinde yani en üretken olduğu dönemde kaleme almıştı. Öyküyü okuduğunuzda, kadın kahramanı, kurgunun üzerine inşâ edildiği uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kahramanımız olan kadın, hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektupta kendisini “gönderen” kısmında belirtmez. Mektubun başında karşılaştığınız o vurucu hitap ise gayet kısa ama oldukça da etkileyicidir: “Sana; beni asla tanımamış olan sana.” İçinde yaşattığı o büyük tutkuyu hep “bilinmeyen” olarak tek taraflı yaşamaya razı bir görüntüdedir. Yani bu kısa aşk öyküsünde okuyucu “taraflar” değil “taraf” bulur. Zweig’ın bazı öykülerinde de karşılaştığımız, kurgudaki kahraman üzerinden insan psikolojisine yolculuk burada da karşımıza çıkıyor. Okuyucuyu içine çeken bu öyküde, isimsiz kadının yazdığı mektubun sonlarına doğru bir trajediyle karşılaşıyoruz. Burada okuyucunun kadrajına giren görüntüler ise “Bir yazara kalben bağlı olan bir kadın”, “hastalığı nedeniyle günlerce yaşama tutunma mücadelesi veren bir çocuk” ve tüm bu trajediyi bir mektuptan öğrenen yazar.”

Sonuç olarak okuduğumuz öyküdeki kadın kahramanımız, hayatta kalmanın anlamsızlığından bahsederken bizi başka bir zamana götürüyor aslında. Yaklaşık 20 yıl sonraya gittiğimizde, bu öyküdeki cümlelere ve hayata bakışa benzer hislerle Stefan Zweig’ın veda mektubunda da karşılaşıyoruz. Bir yazar olarak Zweign’ın kurguladığı bir kadın karakter, 20 yıl sonra yazarını mı kurguladı dersiniz?

Netice itibarıyla oldukça başarılı kurgusu ve olay örgüsüyle beğeni kazanan bu öykü, Amerikalı rejisör Max Ophüls tarafından 1948 yılında beyaz perdeye uyarlandı ve o dönem için beğenildi. Brezilya’daki son yıllarında yazdığı ve en ünlü öykülerinden birisi olan  “Satranç” da 1960 yılında film olarak sinema severlerin beğenisine sunuldu. Satranç da başarılı bir uyarlamayla dönemi içinde beğeni toplamıştı.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir