Siyer Sahibi Bir Padişah Hanımı: Hoşyâr Kadınefendi

II. Mahmud’un eşlerinden Hoşyâr Kadınefendi, Osmanlı hanedan tarihinin müstesnâ karakterlerinden biridir. Müstesnâlığı, sözlükteki iki anlamı da karşılar; zira hem seçkin bir şahsiyete sahiptir hem de yazdığı iki eserle Osmanlı hanedan kadınları/padişah eşleri arasında bir istisnâ teşkil eder.

Harem, Osmanlı tarihinin netâmeli konularının başında gelir. Bu kurumun “ne”liği konusunda ibre, bir okuldan fesat yuvasına kadar nitelemelerle ifrat ile tefrit arasında gelip gider. Pusulaya mıknatıs yaklaştırıldığında ayarının bozulduğu gibi, ideolojik mıknatıslar da tarihsel olay ve kavramlara yaklaştırıldıkça gerçeklik algısı bozulur. Meseleyi, yaşandığı çağa göre ve kendi evreni içerisinde değerlendiren insaf ehli hâlâ sayılıdır.

Açıkçası, Harem mensuplarından yüksek bir entelektüel seviye beklenmemiştir. Fakat buradan yetişen kızlar, padişahın ve devlet erkânının eşi olmaya adaydır. Dolayısıyla belirli bir “hanımefendilik” eğitiminden geçmesi gerekli ve yeterlidir; dinî bilgiler, okuma-yazma, âdâb, dikiş-nakış, hânendelik (şarkıcılık), sâzendelik (enstrüman bilgisi), raks, kıssahanlık (hikâye anlatıcılığı), belki hattatlık ve şiir. Tabii uzun asırları tek cümlelik bir torbaya doldurmak da hata olur, zira özellikle 19. yüzyıldan sonra Harem’in kültürel seviyesinin belirgin şekilde yükseldiği görülüyor (veya günümüze yaklaştıkça yazılı kayıtların bollaşması bizi bu fikre yöneltiyor). Başta vâlide sultanlar olmak üzere saray kadınlarının sahip oldukları/vakfettikleri/ödünç aldıkları kitaplar üzerine çalışmalar arttıkça, bu fikrin doğruluğu teyit edilecektir.

Bir Osmanlı saray kadınının biyografisini kurmak gerçekten zor bir iştir; hele ki, Hoşyâr Kadın gibi fazla sahneye çıkmamışsa. Saray kadınları hakkındaki romanların ilmî eserlerden sayıca kat kat fazla oluşu, biraz da bu konudaki bilgilerin azlığına ve hayal gücüne başvurmanın zorunluluğuna işaret eder.

Eldeki bilgileri derlersek; öncelikle Hoşyâr Kadın, Sultan II. Mahmud’un ikinci kadınefendisidir. Kadınefendilik, padişah hanımları için 18. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanan bir unvan; câriye olarak girilen sarayda, gelinebilecek en yüksek statüdür. Sayıları en fazla yediye ulaşmıştır ama genellikle padişahların kadınlarının sayısı dördü geçmez. Hoşyâr Kadın da, padişaha iki evlat verdiği için dördüncü kadınefendilikten ikinci kadınefendiliğe kadar yükseltilmiştir. Evlatlarının ilki Mihrimâh Sultan, ikincisi ise ancak bir yıl ömrü olan Zeyneb Sultan’dır. Çocuklarının çoğunu kendisi hayattayken kaybeden ve özellikle kızlarına düşkünlüğü ile bilinen Sultan II. Mahmud’un bu durumdan duyduğu üzüntüyü, bir diğer kızı Âdile Sultan, dîvânında şöyle aktarır:

Kimi ma’sûm, kimi ‘âkil, kimi genç
Kimi gitdi, kimi kaldı ehl-i renc
[ıztırap]
Gördü çoğu acısın ol pâdişâh

Hoşyâr Kadın’ın ismine, kızlarının doğumunu tebrik eden şiirlerde rastlamıyoruz. Kızı Mihrimâh Sultan’ın düğünü vesilesiyle, düğünü anlatan Surnâme-i Lebîb’de ise, yalnız birkaç kelimeyle ve yine ismi zikredilmeden anılıyor: “[…] sultân-ı ismet-nişân hazretlerinin vâlide-i mu‘azzamaları ismetlü kadın hazretleri”.

Mihrimâh Sultan’ın Mehmed Said Paşa ile düğünü, 1836 İstanbul’unun önemli olaylarından biridir. Düğünü aktaran târih ve surnâmelerin yanı sıra tamamlayıcı bilgileri Osmanlı’nın iki misafirinden; İngiliz edebiyatçı ve gezgin Julia Pardoe ile Prusyalı general Helmuth von Moltke’den edinebiliyoruz. Ama gelinin annesini onlar da hatırlamaz. Hoşyâr Kadın’ı, surnâmelerde olduğu gibi, hemcinsi Miss Pardoe de birkaç yerde “Vâlide Sultan” diye anıp geçer.

Bu evlilikten kısa bir süre sonra Mehmed Said Paşa, sürgüne gönderilir. Burada Hoşyâr Kadın’ın devreye girerek damadının İstanbul’a dönmesini sağladığını, II. Mahmud’a yazdığı rica ve teşekkür mektuplarından anlıyoruz. Ancak tatlıya bağlanan bu olayı takiben yaşanan gelişmeler Hoşyâr Kadın’ı mânen büyük bir yıkıma uğratır. Önce kızı Mihrimâh Sultan 1838’de, 26 yaşında iken vefat eder. Bu acıyı ertesi yıl, kızı Mihrimâh’a ayrı bir sevgisi bulunan Sultan II. Mahmud’un irtihâli takip eder. Hanedan içinde de çok sevilen Mihrimâh Sultan’ı kaybetmesinden ötürü duyduğu üzüntüyü, kendisi de benzer bir hasret içindeki Âdile Sultan, Tahassürnâme’sinde anlatır. Özellikle annesi Hoşyâr Kadın’ı konuşturduğu şu beyit; hislerini, okuyanlara tesirli bir biçimde aktarır:

Ben nasıl yanmam kızım Sultân’ıma
Kendi gitdi kıydı ammâ cânıma

Artık Hoşyâr Kadın için kendisini ibâdete verdiği inzivâ yılları başlar. Bu yıllarda II. Mahmud’un halefi Sultan Abdülmecid ile yazışmalarından, genç padişahın kendisine büyük hürmet duyduğunu anlıyoruz. Bu dönemde damadı Mehmed Said Paşa ile de görüştüğünü biliyoruz. Mehmed Said Paşa, bir müddet daha devlet hizmetinde vazife gördükten sonra görevlerini bırakmış, kendisine yapılan sadrazamlık teklifini reddederek dervişlik hırkasını tercih etmiştir. Nitekim Miss Pardoe, Paşa’ya Mevlevîlik nispet eder. Mehmed Said Paşa da kalan ömrünü bir nevi inzivâda; ibâdet ve mütalâa ile geçirmiştir.

Hoşyâr Kadın’ın daha canlı bir tasvirini ise, misafiri Melek Hanım’dan öğrenebiliyoruz. Melek Hanım, Osmanlı sadrazamlarından Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın, kendisini “yarı Fransız, çeyrek Grek ve çeyrek Ermeni” olarak tanımlayan, ilk karısıdır. Paşa’yla boşanmasından sonra yeniden Katolikliğe -hem de kızıyla birlikte- dönüşü, döneminde bir skandal etkisi meydana getirmiştir.

Melek Hanım, Thirty Years in the Harem adlı otobiyografisinde, Hoşyâr Kadın’a misafir oluşuna birkaç sayfayla değinir:

Konuşmaya başladık ve sultanın bir Türk kadınında çok ender rastlanan canlı ve işlek bir zekâya sahip olduğunu gördüm. Uzun boylu ve sarışındı, çok beyaz cildi teninin tazeliğini ortaya çıkarıyordu.

Avrupa’da bulunduğumu bildiğinden, hıristiyanların âdetleri ve gelenekleri üstüne, kentlerin mimarisi, balolar, tiyatrolar, gazla aydınlanma, sarayların yapısı ve Doğuluların bilmediği başka birçok konu üstüne sorular sordu bana. Bütün sorularını yanıtladım; çok tatmin olmuş gözüktü …

Bu mülakattan ayrıca öğreniyoruz ki; Hoşyâr Kadın, III. Selim’in kızkardeşi Beyhan Sultan’ın manevî evladıdır. II. Mahmud, mûtadı olduğu üzere, diğer hanedan kadınları gibi Beyhan Sultan’ı da sarayında ziyaret ediyorken Hoşyâr Kadın’ı görüp beğenmiş; Beyhan Sultan da büyük bir tören ve şahane bir çeyizle evlatlığını saraya yollamıştır. Hâlbuki Hoşyâr Kadın, Padişah hanımı olmaktansa bir paşayla evlenerek kısıtlamalardan âzâde bir hayat yaşamak niyetindedir. Korktuğu başına gelir; görkemli bir daire, sayısız hizmetkâr, giysi ve takı içinde yalnız başına kalır:

Bunları anlatırken gözlerinde yaşlar parlıyordu. Böyle bir hüzne tanık olmak çok dokundu bana ve böyle bir şahsiyete karşı büyük bir sempati duydum.

Hoşyâr Kadın’ın ismini Devlet Arşivleri’de yokladığımızda ise biyografisi adına tamamlayıcı ve kıymetli bilgilere rastlıyoruz; sahip olduğu mülkler, gelirleri, harcamaları, borçları, Beyhan Sultan’ın himayesinde bulunduğu yıllara ait ve saraya girişine dair kayıtlar, vakıfları, maiyetiyle olan yazışmaları, kendisine gelen mektuplar, arzuhalleri, fıkhî konulardaki sorularına bir hoca tarafından verilen cevaplar, yenilenen ferâşet (Kâbe ile Ravza-i Mutahhara yani Hazret-i Peygamber’in kabrini süpürme hizmeti) beratı, …

Hoşyâr Kadın’ın, hanedan kadınlarının hemen hepsi gibi hayır eseri olarak vakıflar tesis ettiğini biliyoruz. Yalnız onu bu zümre içerisinde istisnaî kılan bu hayrâtı değil, kaleme aldığı iki eser olmuştur: Mecmû’a-i Hikâyât ile Siyer-i Nebî ve Menâkıb-ı Çehâr-Yâr-ı Güzîn. İki eser de tek nüsha olup; imlâ hatalarından, eksik ve boş bırakılan kısımlarından anlaşıldığına göre müsvedde hâlinde kalmış, müellifinin noksanlarını tamamlamaya ömrü vefâ etmemiştir. Zira iki eserin de sonunda yer alan şiirden öğrendiğimize göre Hoşyâr Kadın, Hac için gittiği Hicaz’da, Cidde şehrinde iken vefat etmiş ve burada defnedilmiştir, vefât tarihi mîlâdî 1858/1859’a denk gelir (Yalnız, bir belge bu tarihi bir yıl daha geriye çekiyor). Eserlerini de yüksek ihtimalle, vefâtına yakın bir zamanda kaleme almaya başlamıştır.

Hoşyâr Kadın’ın eserlerinin ilki, Mecmû’a-i Hikâyât ismiyle, mensur hikâyelerden oluşan bir derlemedir. Müellif, kaynak gösterdiği Doğu klasiklerinden birebir aktarma yapmamış; okuduğu/dinlediği hikâyeleri kendi üslubuyla yazıya geçirmiştir. Eserdeki 22 hikâye, okuruna anlattığı faziletler üzerinden öğütler verir.

Hoşyâr Kadın’ın diğer eseri ise siyer türüne aittir: Siyer-i Nebî ve Menâkıb-ı Çehâr-Yâr-ı Güzîn. Hazret-i Peygamber ve dört Râşid halîfesini konu edinen eserin sebeb-i telifini Hoşyâr Kadın şöyle açıklar:

… tâ ki muhabbet idenlerün sevgüleri ve müştâklarun şevkleri ziyâde ola ve rûhlar gıdâları kâmil olub ol sevgili habîbin gittügi yola gidüb ve salavât getürmege meşgûl olub hidâyet bulub şefa’atine müstehak olalar inşâ’llâhü te’âlâ.

Eseri değerlendirenler; sade ve akıcı bir dile, etkileyici bir anlatıma sahip olduğunu ifâde eder. Bilgi eksikleri ve yanlışlarıyla beraber müellifin samîmî ve duyarlı üslûbu belirgindir. Bir fikir vermesi açısından (ve eserin ilmî değil, edebî siyer vasfında olduğu göz önünde bulundurulmak kaydıyla) eserden bir bölüm aktarmak yerinde olur. Hoşyâr Kadın’ın, cümle yaratılan ruhların, rûh-ı Muhammedî’ye nazar etmesiyle dünya hayatında edindiği/edineceği vazifeleri anlattığı bölüm şöyledir:

Ol nûrun mübârek başını görenler dünyâda halâyık arasında halîfe ve sultân oldılar. Alnını görenler âdil begler oldılar. Kaşların görenler nakkâş oldılar. Gözler görenler hâfız-ı kelâmu’llâh oldılar. Kulakların görenler hayırlı nesneler işidici ve mukbiller oldılar ve iki yanağını görenler ihsân idici ve ‘âkıllar oldılar ve burnun görenler hakîmler ve ‘attârlar oldılar. Dudakların görenler vezîrler oldılar. Mübârek ağzını görenler oruç tutucı oldılar. Dişlerini görenler hûb savtlular oldılar. Erlerde ve ‘avretlerde mübârek dilini görenler sultânlar arasında elçilik idenler dahı boğazın görenler va’z u nasihat idici oldılar ve mübârek sakal-ı şerîfini görenler mücâhede ehli fi sebili’llâh gazâ idici oldılar. Boynun görenler ticâret ehli oldılar ve iki bâzûsun görenler sünü ve kılıç tutucılar oldılar ve sağ bâzûsın görenler hacâmet idici oldılar ve sol bazûsun görenler câhil oldılar ve sağ ayasın görenler sarrâf ve tamgacı ve arşun tutucı ve sol ayasın görenler kile ile nesne ölçenler oldılar ve iki ellerin görenler sahîler ve zeyrekler ve cömerdler oldılar ve sol elinin ardın görenler bahîller ve nâkesler oldılar ve parmakların görenler kâtib oldılar ve sağ elinin parmakların görenler derzî oldılar ve sol parmakların sırtın görenler demürci oldılar ve gögsin görenler ‘âlimler ve ikrâm idüb tevâzu’ ehli ve mücâhede idiciler oldılar. Sırtın görenler emr-i şer’a mutî’ ve münkâd olup tevâzu’ idici oldılar ve iki pehlûsin görenler gazâ idici oldılar. Dizlerin görenler rukû’ ve sücûd idüb ibâdet idici oldılar ve inciklerin görenler avcı oldılar ve taban altını görenler yayan yürüci oldılar ve gölgesini görenler ırlayıcı ve çalıcı oldılar. Ve şunlar kim nazar itdiler görmediler Yehûdlar ve Nasrânîler ve Mecûsîler ve sâir kâfirler ve anlar kim gördüler nazar itmeyüb görmezlige urdılar.

Hoşyâr Kadın’ın -nâtamam kalsa da- eserleri birkaç bakımdan önem arz eder. Zira Mecmû’a-i Hikâyât, eski Türk edebiyatında ilk defa olarak (en azından Osmanlı coğrafyasında) saray mensubu bir kadının klasik hikâye alanında eser ortaya koyduğunu gösteriyor. Siyer-i Nebî ve Menâkıb-ı Çehâr-Yâr-ı Güzîn isimli edebî siyeri ise Hoşyâr Kadın’ı Türk edebiyatında (bildiğimiz kadarıyla) ilk kadın siyer yazarı yapıyor. Osmanlı sarayında Hürrem Sultan’dan Pertevniyal Vâlide Sultan’a kadar padişah eşlerinden; mürettep bir dîvân sahibi olan Âdile Sultan gibi padişah kızlarından şiir yazanları biliyoruz. Fakat şiir dışında bir türe heves eden olmamıştır. Osmanlı coğrafyasında, saray dışında da birçok kadın şâirden haberdârız; onlar için de durum yine aynıdır. İşte bu sebeple Hoşyâr Kadın, Osmanlı evreni içerisinde kıymeti bilinmesi gereken bir karakterdir. Ve nihâyet, Harem söz konusu olduğunda küçümseyici bir bakışa sahip olanların, meseleye biraz daha temkinli yaklaşmalarını ihtar etmektedir.

Halil Karataş

 


              Kaynakça

  • Fatma Arca, Hoşyâr Kadın’ın Mecmû’a-i Hikâyât’ının Transkripsiyonlu Metni ve Tahlili, Batman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Batman 2018.
  • Hikmet Özdemir (haz.), Âdile Sultan Divânı, Ankara 1996, s. 258, 261.
  • Hüsna Kırımlı, Hoşyar Kadın ve Siyer-i Nebî Adlı Eseri, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı Türk-İslâm Edebiyatı Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2019.
  • Çağatay Uluçay, Haremden Mektuplar, İstanbul 2011, s. 123-127, 150-156.
  • Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, İstanbul 2011, s. 180-182, 191-193.
  • Melek Hanım, Haremden Mahrem Hatıralar, çev. İsmail Yerguz, İstanbul 1996, s. 90-102.
  • Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Kadın Sultanları, İstanbul 2015, s. 544-546.
  • Yüksel Aktaş Baycar, Mahmud’un Kızı Mihrimah Sultan’ın Sûr-ı Hümâyûnu, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006, s. 78.

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir