Mustafa Asım Gültekin 1 Zilhicce 1441’de rahmet-i Rahman’a kavuştu. 23 Temmuz 2020’de cenazesi, ikindi namazına müteakip Taşova Merkez Camii’nden kaldırılacak.Yazıya başladığım saat 04:18 itibariyle ikindide Amasya’ya yetişebilecek bir araç hâlâ bulamadım. O olsa kolayı tercih etmez, bir öncünün cenazesine gidebilmek için otostop beklemekten çekinmezdi. Biraz da telafi gayretiyle, toprak atılmadan şahit yazılabilmek telaşesiyle başlıyorum.
Sayısı yalnız Allah indinde mahfuz, çok kimsenin hayatına dokunduğu artık herkesin malumu. Bir o kadar kimsenin hayatını başka birer istikamete sevk ettiği de. Fethi Gemuhluoğlu’ndan beri, “tek başına ordu” demeye layık, alan itibariyle bu denli geniş çapta bir faaliyet adamı geldi mi bilmiyorum. Hakkında yüzlerce kişinin (manavının kasabının bile, onlara da kalem tutmayı göstermiş olabilir) yazmasını ve bir bir okuyabilmeyi ümit ediyorum. Bu defa farklı olarak ben de bir ucundan tutmaya çalışacağım.
Hocayla 2010’da Üsküdar İmam Hatip’te, lise ikinci sınıfta tanıştık. Sınıfımızın Dil ve Anlatım dersine giriyordu. Baraj dersi olmasından ötürü mevcut dersler içinde en çok vakit ayrılanlardandı. Elleri kitapla dolu gelir, ders kitabının yüzüne bakmaz, derse doğrudan sözle başlardı. Teneffüs olduğunda öğretmenler odasına çıkmaz, kitaba ilgili olan öğrencilerini de yanına alıp kütüphaneye doğru ağır ağır sohbet ederek geçerdi. Kısa koridoru bitirip ancak ulaşabildiğinde zil çalar, başka kitaplarla dönerdi. Çoğu zaman muhalifti. Zil çaldığında, öğrencilerin “Pavlov’un köpekleri gibi” eğitilmesini eleştiriyor, zille çağrılmaya razı olmamamız için uyarıyordu. Eğitime, “çocukları eğip bükmeye”, öğretmenliğe ve ettirgenliğe hepten karşıydı. Okuldaki vaktini öğrencilerle öğrenerek bitirirdi.
Hayatta alışıldıktan olup “ezber” hesabına ne varsa reddetmiş gibiydi. Reddeder ama inkâr etmezdi. “Ez-ber, ‘ber’den gelendir. Bir şeyi sahiden göğüsten yani kalpten söylüyorsa o adama onu ezbere biliyor diyebiliriz” derdi. Öğretmenliğe kazandırdığı yorum da bu minvaldeydi. Ritüelleri sevmez, âleme özü-gürlük vâzederdi. Sınavların, kütüphaneden Sadî Şîrâzî’nin Gülistan kitabını en hızlı bulup getirene tam puan vermek şeklinde yapılabildiğini tek onda gördük. İlk kitabının ismi: “Alışmak Ölümüne Karşı”.
Henüz katsayı ve başörtüsü yasağı kaldırılmamıştı. 28 Şubat iklimi belirli ölçülerde, öğretmenlerin netameli konularda sözlerini tartarak konuşması geleneğiyle devam ediyordu. Asım Hoca ise konuşurken sanki Medine-i Münevvere’nin başşehir olduğu devirlerden geliyormuş gibi tavizsizdi. Nasıl yapıyorsa incitmiyordu da. En aykırı işlerinde bile çoğunluğun sevgisini kazanırdı. Kurumun mevcut teamüllerinden birinci derecede sorumlu olanlar dâhil olmak üzere hep övgüyle bahsedilirdi. O, çoğu şeye muhalifti ama ona muhalif olan seslerin sayısı için ancak çatlak ses denebilirdi. Hesaba çekmek için peşine düşenleri önüne katar, günün sonunda duasını da alırdı.
Sevdiği kelimelerden evveli izzet idi. “Ilımlı İslâm”ın en iyi günlerinde, “Bu işler öyle bağırmakla çağırmakla olmaz” nutukları havada birbiriyle çarpışır ve herkes “İslamcılık”tan istifasını açıklarken; o, takiyenin reçeteleştirilmesini de reddediyordu. Döviz hazırlar, eylem düzenler, slogan atar, adam toplar, tekbir getirirdi. Her iş için yeter sayısı yedi idi. Yedideki berekete inanır, yedi kişi bir araya geldiğinde sonuç almanın mukadder olacağını düşünürdü. “Biz kısık sesleriz” mısrasındaki kısık sesin kendisi gibiydi, miting çıkışlarında sesi giderdi. Aksiyonunu, usanmayışı ve utanmayışını anlatmaya; 2014’te, Samanyolu TV önündeki Filistin protestosunda kamera kayıtta olduğu sırada söylediği şu cümle yeterli olabilir: “Gitmiyorum ulan, bitirmiyorum işte!”
Arkadaşı öğrencilerine de “hacı abi” diye hitap ederdi. Aidiyetlerle dosttu, bunu vâzederdi. –Ci –cı eklerini sever, azami derecede istifade ederdi. Şeriatçıydı, dinciydi, gericiydi, ümmetçiydi, huhucuydu… Bir öğrencisini mezhepçi, diğerini Adıyamancı, ötekini Nurcu, berikini cihatçı diye takdim edebilirdi. Öğrenciler, tevarüs ettikleri vasıfların utanılacak şeyler olmadığını ilk kez onun yanında fark ederdi.
Mesafeyi ve iş icaplarını sevmezdi. Öğrencileriyle uzlaşmaz, anlaşırdı. Sonuna kadar dinleyen adamdı. Lise çağında ilk defa boyundan büyük işlere girişmiş olan bir kimse onunla dertleşebilir, taktik alabilirdi. Cebinde adresten bol bir şey yoktu. “Gel seni rehabilite edeyim” diye öğrencisini bazen eve davet eder bazen kendisi çıkıp gelir, ustalarını gösterirdi. Bir işe tahrik ederken de bir iş için teselli ederken de şiir okur, tefeül çekerdi. Onlardan birinde tuhaf bir zuhurat oldu. Kerameti olmadığından emin değilim.
Okunmayıp sadece dinlenen arabesk şiirlerle kendinden geçmiş çocuklara edebiyatla alakadar olmaklık yakıştırır, yazmaları için teşvik ve teşci ederdi. Tashih ederken astarı yüzünü geçen kırık dökük metinleri adam edip yayına gönderir, telif ücretine dokunmazdı. Kamet getirirken heyecanlanan bir İmam Hatip öğrencisine derdi olduğunu hatırlatır, radyoya çıkartıp anlattırır, gazetede yazdırırdı.
İki günü müsavi değildi. İki dakikası da değildi. Pek çok kişi ondan hep iyilik görüp hiç kötülük görmediğine dair olan hakları teslim edecektir. Bir an dahi boş durduğunu da hatırlamıyorum. Tatile, atalete de karşıydı. Okul çıkışı çarşı pazara inerken yanına birimizi alır, yolda dert dinler, aklındaki işlerden uygun bir tanesini teklif ederdi. Öğrenci Çengelköy’den belediye otobüsüne biner, hocayla Üsküdar’a kadar sohbet ederek gider, geri Beykoz tarafına dönerdi. Hoca ise yoluna Üsküdar’da buluştuğu biriyle devam edip karşıya geçerdi. Yanında kimsesi olmazsa ayakta da kitap okuyabiliyordu. Olur da bir yerde kahve içecek olursa yalnız gitmezdi; kahveci, hâlini hatrını soracağı bir tanıdığı olurdu. Açlığa sabreder, zayıf tabiatlı kimseler gibi vakti yatak döşek geçirmezdi. Hiçbir şey yiyip içmediğinin en azından üçüncü veya dördüncü gününde, kendi tertip ettiği eyleme gitmiş, ardından yarım saat yürüyüp sevdiği adresleri ziyaret etmişti.
Kitaba hürmet ederdi. Birçok kitabı kaplardı.“Kitapsever değil ‘Kitap’ perestim” dediği için yukarıya söz gitmişti. “Kitapsız”, küfürlerindendi. Yolda bile olsa denk geldiklerine kitap, kitap yoksa kayısı veya karanfil, cebinden o an ne çıkarsa hediye ederdi. Her hal ve şartta selam verirdi. Yolda iki kişiyle karşılaştığında birine birini, diğerine arkadaşını sorup öyle hasbihal ederdi. Neredeyse bütün Müslümanları tanıyor, unutmamak için isimlerini not ediyordu.Teşkilatçılığına rağmen “kendi Hira’sı” da vardı.
Sorulanı cevapsız bırakmazdı. Selam ve dua trafiği yoğundu. Her gün onlarca mailin sonuna yazardı. Selam ve duayı emanet eder ve teslim alırdı. Şehirler, ülkeler arası dolaşırdı. Tanımadığı kimselere de ulaştırırdı. Teki de ben olmak üzere, görüş ayrılığı yaşayıp başka vadilere denk düştüğü kimselerin üstünü çizmez, ne kadar zorluk çıkarsak da bir şekilde idare ederdi.
Namazı huşuyla kılardı. Akşam ve yatsıda imamete geçtiğinde, benzerine rastlanmayacak özgün bir makamla, sanki anadili Türkçe gibi kıraat eder, söylediklerini anlayarak, sesiyle manayı teyit ederek, tertille, tane tane okurdu. Zarifoğlu’nun önce ilmihal okutan ahlakını över, kendisi de ilkin namazdan bahseder, namaza davet ederdi.
Baygın sevgilerin adamı değildi. İnanıp istemeden, heyecan duymadan, lezzet almadan yapmazdı. Şehitleri, şehitler için de şehit olmayı isteyecek kadar çok severdi. Sabaha doğru bir marşın adresini gönderip faziletini anlatabilirdi. Huzurda durur, asker gibi hazır beklerdi. Gören, arkasındabaşka pek çok kimse var sanırdı. Üstündeki yeleğe ve mahviyete rağmen akla “Arkadaş, eğer düşersen bil ki / Senin yerine bir arkadaşın çıkacak gölgeden” mısrası gelirdi.
Benim de ondan hatırladığım ilk cümlelerden birisi “Göçtü kervan kalmak yok!” oldu. Rüyayı dertle beraber zikredip ehemmiyet verdiğini bildiğim için, bir-iki ay önce bir öğrencisinin rüyasını naklettim. “Hocam Allah hayra çıkarsın, devlette çok büyük makamlara ermişsiniz, devlet ekâbiri sizi merasimle takdim ediyormuş” dedim. Hoca, “Hiç öyle şeylerde gözüm olmadı” deyip geçti, bu kez üstünde durmadı. Başı sonuyla hatırladığım en son yazışmamız bu oldu. İnşallah makam cennettekine, kalabalık cemaatine, ekâbir de evliyaya müjde olur.
Yaklaşık yedi kişiyle Muhammediye derslerine devam ederken göçtü. Allah Muhammediye’nin Muhammed’ine (sav) komşu eylesin. Âmin.
Mehmet Emir

7 Yorum