Bir şeyin yeni olup olmadığına dair hüküm verebilmek için yalnızca yeniye değil, eskiye de vâkıf olmak gerekir. Türk şiiri mevzubahis olduğunda bu hükümler böyle verilmedi hiçbir zaman. Eskiyi bilenler yeninin, yeniyi bilenler eskinin bilmezi oldular, olmaktalar. Bana kalırsa, yeniden ve yenilikten söz edebilmek için evvela eskinin yenisinden bahis açmak lâzım. Salt eskinin tellalı ile salt yeninin çığırtkanı, aynı anlayışsızlığın iki ucunu temsil eder.
Eskinin yenisi tabiri, yeniye temkinle yaklaşmanın doğrudan ifadesi olduğu gibi tazeliğin de dolaylı bir ifadesidir. Türkçede mahsuller taze/bayat diye tavsif edilir. Şiir nihayetinde şairin mahsulü olduğuna göre, şiire tazelik bağlamında yaklaşmakla verimli sonuçlara ulaşabiliriz. Divanlarda ve şuara tezkirelerinde taze şiir, taze hayal, taze lisan, zemin-i taze, şiir-i ter gibi tabirlerin çokça ve olumlu manada kullanıldıkları görülür. Modern şiirin en güçlü temsilcilerinden İsmet Özel de, muhtelif yazı ve konuşmalarında şiir ile tazelik arasındaki rabıtaya temas etmiştir. Tazelik, şiir bağlamında bütün zamanların geçer akçesi olan bir kavramdır.
Şairler genelde aynı yahut benzer şeyleri tekrar edip dururlar. Kimi okurlar bu tür tekrarlara şahit olmaktan usanç duyar. Benim için durum böyle değil. Eğer bir güzellik daha taze bir ifadeye kavuşturulmuşsa bunu takdire değer bulurum. Dikkatli bir okuyucu “Bâis-i şekva bize hüzn-i umûmîdir Kemâl / Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına” diyen Nâmık Kemal ile “Nasıl kısa kesmeli bilmiyorum / Herkesin derdinden pay isterken” diyen Turgut Uyar’ın aynı hassasiyetle, benzer bir manayı, farklı bir üslûpla dile getirdiğini görmekte zorlanmaz. Namık Kemal’in mısraları, Turgut Uyar’daki söyleyişin tazeliğini fark ettiren bir mihenktir. Buna benzer misaller ilmam, selh ve tevarüd kavramlarının rehberliğinde etraflıca ele alınabilir. Emrî (v.1575) şöyle demiş:
Sarı saçın ol peri misk ile zencir eylemi
Bu dil-i divanenin bendine tedbir eylemiş
(O peri, misk kokulu sarı saçlarını zincir eyleyerek bu deli gönlümü bağlamıştır)
Abdurrahim Karakoç benzer manada şöyle demiş:
Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışsın çözülmüyor Mihriban
Karakoç’un Emrî’yi okuyup okumadığını bilmiyorum. Okumuş da etkilenmişse bu mısralar arasındaki benzerlik ilmam ile açıklanır. İlmam, daha önce söylenmiş bir mananın ufak tefek değişikliklerle yeniden ifade edilmesidir. Eğer okumamışsa bu aynîliğe/benzerliğe tevarüd denir. Tevarüd, iki şairin birbirinden habersizce aynı yahut benzer mısraları dile getirmesidir. Yukarıdaki benzerlikler ister ilmam isterse tevarüd olsun fark etmez: Güzel bir mana, hoş bir hayal tazelenmiştir. Emrî’nin köhne üslûbu içinde yitip gidecek bir güzellik, dört yüz yıl sonraki bir şairin sade üslûbuyla yeniden hayat bulmuştur.
İlmam ile selh arasında ince bir fark vardır. İlkinde manayı az da olsa değiştirmek gerekirken, selh, aynı manayı farklı kelimelerle ifade etmektir; şu örnekte görüldüğü gibi:
Dîdem tutuşur edince derpiş
Abdülhak Hamit
Bakınırken duyarım gözlerimin yandığını
Âkif
Farklı kelimelerle aynı şey dile getirilmiş. İntihale kadar varan bir diğer selh örneği:
Sen bir âhu gibi dağdan dağa kaçsan da yine
Seni aşkım canavarlar gibi tâkîb edecek
Faruk Nafiz Çamlıbel
Sen, kaçan bir ürkek ceylansın dağda
Ben, peşine düşmüş bir canavarım!
Necip Fazıl Kısakürek
Faruk Nafiz’in aruzla söylediğini Necip Fazıl heceyle söylemiş; ahu kelimesini ceylanla, takip etmek deyimini peşine düşmek deyimiyle değiştirmiş. Acaba Necip Fazıl, “Aynı manayı hece vezniyle, aruzdan daha güzel ifade edebilirim!” iddiasıyla mı yazdı bu mısraları? İşin aslı şu: 1928’de İstasyon adlı şiirini “Sanatına inandığım yegâne şair” diyerek Faruk Nafiz’e ithaf eden Necip Fazıl, sanatına inandığı bir şairden (ç)aldığı manayı/hayali az bir tasarrufla tazelemiştir. Böylesi etkileşimler şairlerin tesir sahasını tespit etmemize imkân tanır.
Mehmet Âkif’in iki farklı şiirinde geçen iki mısraı var ki bunlar Necip Fazıl’ın çok bilindik bir berceste mısraının zeminini oluşturur ve bir ilmam örneği olarak gösterilebilir:
Bugün bir hânümansız serseriyim öz diyarımda
Âkif
Vatan cüdâ gibiyim ceddimin diyârında!
Âkif
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
Necip Fazıl
Âkif’in, Sakarya Meydan Muharebesini nazmetmeyi çok istediği söylenir fakat ömrü buna vefa etmemiştir. Necip Fazıl’ın yukarıdaki mısraı ise Sakarya Türküsü adlı şiirinde geçer. Âkif’in yazmayı istediği şiiri yazmak Necip Fazıl’a kısmet olmuş. Kaderin bir diğer cilvesi şu: Âkif’in yazdığı İstiklâl Marşı’nın yerine daha sonraları Necip Fazıl’dan yeni bir marş yazması istendi ve Büyük Doğu Marşı adıyla bilinen bu şiir beğenilmediği için kabul edilmedi.
Nedim ve Âkif zıt karakterli şairlerdir fakat Mithat Cemal’in yazdığı biyografide, Âkif’in, Nedim Divanını defalarca kez okuduğu kayıtlıdır. Bu okumaların tesiri şu mısralarda açıkça görülür ki, bu da bir ilmam örneğidir:
Böyle bî-hâlet değildi gördüğüm sahrâ-yı aşk
Anda mecnûn bîdler dîvâne cûlar vâr idi
Nedim
(Benim gördüğüm aşk çölü böyle durgun, cansız bir durumda değildi; onda çıldırmış gibi sallanan söğüt ağaçları, delirmiş gibi coşkun akan dereler vardı.)
Ne o gömgök dereler var, ne o zümrüt dağlar;
Ne o çıldırmış ekinler, ne o coşkun bağlar.
Şimdi kızgın günün altında pinekler, bekler,
Sâde yalçın kayalar, sâde ıpıssız çöller.
Âkif
İlkinde, tasvire tahkiye eşlik ediyor çünkü geçmiş zamandan bahsediliyor, ikincisinde şimdinin ve görülmekte olanın tasviri yapılıyor; daha teferruatlı bir şekilde ve çok daha sade bir üslûpla. Böylelikle köhne, yerini körpeye bırakmış oluyor.
Bir giden bir dahi gelmez ne acep hikmettir
Âlem-i râhata benzer gibi iklîm-i adem
Koca Ragıp Paşa (v.1763)
(Ne garip hikmettir ki bir giden bir daha dönmüyor, yokluk yurdu galiba rahatlık âlemi gibi.)
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden
Yahya Kemal Beyatlı
Bu mısralar ilmamdır ve yazının başlığına en uygun örnektir. Taklit yoluyla tekâmül sağlanmış, bir başka ifadeyle, taklit aslını aşmıştır. Güzelin tazesi ve eskinin yenisi sehl-i mümteni suretinde tecelli etmiştir.
Bâkî sanatlı ve dolaylı yoldan şöyle demiş:
Ellerin yüzüne tuttu dilber sanman nazdan
Âşıka bu vech ile yüz gösterir açmazdan
(Dilber ellerini yüzüne tutarak naz yapar gibi görünürse de, aslında böyle yaparak aşığına yüzünü göstermek ister, yüz verir.)
Sezai Karakoç sözü o kadar uzatmamış:
Ellerinden belli olur bir kadın
İlk gençlik çağlarımda iken güngörmüş bir hatundan işittiğime göre, bir kadının vücut yapısını anlamak için parmaklarının şekline ve yapısına bakmak yeterli olurmuş. Daha sonraları bu şifahi malumatı kısmen teyit eden bilgilerle karşılaştım. El, kıyafetname ile ilgili eserlerde sadece kadınların değil, bütün insanların şahsî özelliklerini ele veren bir uzuv olarak ele alınıyor. Şairlerimizin ilmam örneği olan mısraları buna mı dayanmakta, bilmiyorum. Her iki şair de yaşadıkları devrin ruhuna uygun bir üslupla kurmuştur mısralarını. İkisi de güzel; sonuncusu daha taze.
Ezcümle teceddüd-i havadis
Mazmûn-u neve değil mi bâis
Şeyh Gâlib
(Yeni hadiseler, yeni mazmunların ortaya çıkmasını gerektirmez mi?)
Varlık yenilendikçe kelam
Üstünü başını yeniler
Attila İlhan
Bir ilmam örneği daha. Bâkî ile Sezai Karakoç hakkında söylediklerim bu iki şair için de geçerli. Attila İlhan, gençliğinde klasik şiire tepkili bir şairdir ve tepkisini açıkça gösteren bir şiir bile yazmıştır (Bkz: Tarz-ı Kadim). Tanıdıkça klasik şiiri sevmiş, olgun dönemlerinde klasik şiirden çokça istifade etmiştir: “Eski şiirin tadı gittikçe beni daha fazla sarıyor. O kadar ki, divanlardan ayrı geçirdiğim zamanlara acıyasım geliyor. Bir zamanlar ben de onu kâh yaşa kâh etrafımdaki havaya uyarak ihmal etmiştim; şimdi içimde onu her şeklinde daha mütekâmil ve yüksek bulmaya çalışan bir taraf var. (Yağmur Dergisi, Sayı: 1, 1998)” Bu mısraların Şeyh Galib’ten ilhamla yazılmış olması muhtemeldir.
Gösterebileceğim başka misaller de mevcut ama bu kadarı kâfi. Görüldüğü gibi eski ile yeni arasındaki aynîlikler ve benzerlikler dikkate değerdir. Bazen eskinin yenisi, eskiyi gölgede bırakacak güzellikte ve tazelikte olabilmektedir; Abdurrahim Karakoç ve Yahya Kemal‘in mısralarında olduğu gibi. Eskide, eskimeyeni görmek ve bunu değerlendirmek küçümsenecek bir tutum değil, aksine keşiftir. Keşif aramakla olur, arayanlar takdiri hak ederler.
Haşiye: Yazıyı bitirmek üzereyken beklenmedik bir şekilde Melih Cevdet Anday’ın bir sözüyle karşılaştım: “Diyeceğim, Türk şiiri, eskisi olmayan bir yeni ve yenilenemeyen eski bir şiirdir. Her an yeni, demek ki her an eskidir. (Şiir Yaşantısı, s.90)” Bu hoş gibi görünen sözler ciddi bir araştırmaya dayanarak söylenmiş değil. Eliot’tan ilhamla Anday, “Sanatta Gelenekçiliğin Önemi” adı altında bir yazı yazmış ama verdiği şu hükümler kanaatimce hatalı. Eskisi olmayan bir yeni köksüzlük demek. Türk şiirinin yenilenemeyen eski bir şiir olduğu da mesnetsiz; şiirimiz hakkında böyle bir genelleme yapılamaz. Yazıda bu mesnetsiz iddiayı misaller üzerinden çürüttüm; yazıyı bu niyetle yazmış olmasam da. Bu tür tecelliler olabiliyor bazen. Anday, bulunduğu zamanın şartları itibariyle bir parça mazur. Hatta yazısında temas ettiği önemli noktalar, doğru tespitler de var. Son tahlilde gelenekçi tutumuyla bilinen Eliot’tan alıntı yaptığı için yazı boyunca tedirgin olduğu anlaşılıyor. Bu da normal çünkü o yenilik ve özgünlük takıntısının had safhada olduğu bir devrin şairiydi.
Feyyaz Kandemir
Taklitten Tekâmüle I: Türk Şiirinde Mükemmelin İzini Sürmek
Taklitten Tekâmüle II: Meyveyi Tadarken Tohumu Hatırlamak
Taklitten Tekâmüle III: Fuzûlî’nin Fazileti
1 Yorum