Klasik şiirimizle meşgul olan hemen herkesin bileceği meşhur bir şiir vardır, “Süzme ceşmin gelmesün müjgan müjgan üstüne / Urma zahmı sîneme peykan peykan üstüne” beytiyle başlar. Balıkesirli Rasih Ahmed’in (v.1731) yazdığı bu gazel, Nedim’den Yahya Kemal’e birçok şairin dikkatini çekmiş, takdir ve iltifatına mazhar olmuştur. Ben de çok sevdiğim bu gazeli tanzir ederek “Sulhi Ceylan üstüne” bir hicviye yazıp Edebifikir’de yayımlatmıştım. Şunu belirteyim ki Rasih’in şiiri kendinden menkul olmayıp nazire olarak söylenmiş bir gazeldir. Araştırmalarıma göre (Bkz: Pervane Bey Mecmuası) ilk kez II. Murad (1404-1451) devri şairlerinden Bursalı Sâfî tarafından yazılmış olan bu zemin gazelin ilk beyti şudur:
Gerçi hacibdür kaşunş ol çeşm-i fettan üstüne
Hakk’a bakmaz gamze ile kan ider kan üstüne
Türk şiirinin gelişim kaydetmeye başladığı bir devirde yaşamış olan Bursalı Sâfî’nin ne zaman doğduğu bilinmiyor. 1438 yılından önce vefat ettiği ve divanını 1428 yılında tertip ettiği kaynaklarda kayıtlıdır. Yaklaşık elli şair tarafından nazire yazılacak olan gazelininson beytinde şairimiz meydan okumuştur:
Gerçi kim dünyada el elüstünedür ey Sâfî
Kim düzer bir nazm bu nazm-ı dür-efşan üstüne
(Ey Sâfî her ne kadar el elden üstün olsa da kim senin inci saçan bu şiirinden üstün bir şiir yazabilir?)
Bu meydan okumaya cevap sadedinde kimler kaleme sarılmamıştır ki! Cem Sultan, Necâtî, Muhibbî, Hayâlî ve Bâkî gibi meşhur şairlerden tutunuz, Sâdî, Hitâbî, Gedâyî ve Zuhûrî gibi nisyana terk edilmiş nice şair… Bu nazirelerden birkaçının ilk beyti şöyledir:
Zülf-i müşgin sâye salmış hadd-i canan üstüne
San sehab-i fitne gelmiş mâh-ı taban üstüne
Sâdî
Gözlerümden hatt ü hâl akın salar can üstüne
Tuna’dan kâfir geçer koman Müselman üstüne
Necâtî
Şol kadar tigurdı gamzen bu dil ü can üstüne
Kim dil ü can oldı her peykan peykan üstüne
Şevkî
Bir gazel didüm yine gül yüzlü canan üstüne
Bülbülem medh okuram güya gülistan üstüne
Meâlî Çelebî
Gamzeler öldürdi gerçi itdi kan kan üstüne
Döndi lalün zinde kıldı virdi can can üstüne
Muhibbî
İşte Rasih Ahmed bu gazellerden birine nazire demiştir ama hangisine olduğu meçhul. Çok da mühim değil. Rasih’in gazelindeki bir beyit, divan şiirinin en nadide şah beyitlerinden biridir:
Dilde gam var şimdilik sen gelme lütf it ey sürûr
Olamaz bir hânede mihman mihman üstüne
Bu beyit ile benzer kelimeleri ve manayı barındıran 15., 16. ve 17. asırlarda yazılmış üç beyti mealiyle birlikte veriyorum, sonrasında yorumlayacağım:
15. Asır:
Dilde gamzen oku var iken gamun gönderme kim
Konmak olmaz ey sanem mihman mihman üstüne
Cem Sultan (1459-1495)
(Nazarının oku gönlümde dururken ey sevgilim, bir de gamını gönderme ki, iki misafirin aynı yerde konaklaması uygun olmaz)
16. Asır
Gam değül gelse dile Bâkî peyâpey derd ü gam
Eksük olmaz tekyedür mihman mihman üstüne
Bâkî (1526-1600)
(Ey Bâkî, gönle dert ve gamın birbiri ardınca gelmesi hiç gam değil; öyle ki bir tekke olan gönlün misafiri zaten hiç eksik olmaz)
17. Asır
Mihmân-sarây-ı sînemi yok rüft ü rûbavakt
Eyler nüzûl kâfile-i gam gam üstüne
Nâbî (1642-1712)
(Bir misafir sarayı olan gönlümü silip süpürmeye vakit bulamıyorum, gam kafileleri sürekli konaklayıp duruyor)
Ve 18. Asır:
Dilde gam var şimdilik sen gelme lütf it ey sürûr
Olamaz bir hânede mihman mihman üstüne
Râsih (?-1731)
(Gönülde gam var ey sevinç şimdilik lütfedip gelmeyiver, bir hanede iki misafiri birden ağırlamak olmaz)
Beyitlerin hepsinde dil, gam ve mihman kelimeleri etrafında bir mazmun oluşturulmak istenmiştir. Cem Sultan, gamı gönlünde misafir olarak ağırlamak istemiyor zira sevgilinin gamzesinden fırlayan oklar yeterince yer tutmaktadır. Fazlasına şairin takati ve tahammülü yok. Oysa geleneksel anlayışa göre ideal âşık sevgiliden gelen her şeye rıza göstermelidir (bu, 18. asra kadar böyledir); şair burada ideal bir âşık portresi çizememiştir. Bu dışında gamze ile gam benzerliği gayet güzel görünüyor.Bu kadar.
Bâkî gönlü bir tekke olarak hayal ettiği için dertten ve gamdan muztarip değil. Tekkeler aynı zamanda misafirhane olarak kullanılır. Uzak yerden ziyarete gelen dervişler veya konaklayacak yer bulamayan yolcular tekkede/dergâhta bir arada kalır, kaynaşırlar. Dervişliğin şartlardan biri de dert/gam sahibi olmaktır. Beyitteki tenasüp hiç fena değil,gönlün tekke ile bağdaştırılması yerinde olmuş. Gel gelelim tekke ile Bâkî Efendi bağdaşmıyor maalesef. Kendisi müdanasız olmakla birlikte derviş meşrep biri değildi. Sözün sahibini görmezden gelemediğim(iz) için beytin tesiri azalıyor ister istemez.
Nâbî’nin kafiyesi diğerlerinden farklı olmakla birlikte kullandığı redif ve ana kelimeler (saray, sîne=dil=gönül, gam) öteki beyitlerle müşterek. Şair misafir sarayı olarak tasavvur ettiği gönlünü temizlemek istiyor fakat gam kafileleri buna imkân tanımıyor. Beytin mazmunu harikulade: Dünyevî gamlar, Allah’ın evi olması lâzım gelen “sineye = gönle” bölük bölük nüzul ederek orayı kirletiyor devamlı. Mamur olmayan haneye padişah konmaz nitekim. Bundan sebep şairde gamdan yana bir şikâyet, bir acizlenme var; tıpkı Cem Sultan gibi. Kendi gayretinde bir noksanlık görmüyor şair; gamın fazlalığından yakınıyor.
Rasih’te ise gamdan yana ne bir şikâyet ne de bir yakınma var. Bilakis gamı gönlünde hakkıyla ağırlamak istiyor şair, bu yüzden gamın zıddı olan sürura “lütfedip gelme” diye ricada bulunuyor. Onu diğer şairlerden daha cazip ve şairane kılan bu tavrıdır: Soyut bir şey olan sürura seslenmek. Sürur gamın zıddı olduğundan, şair tezat sanatını kullanarak beytin his ve manasını daha güçlü bir şekilde aktarabilmiştir. İki zıt bir arada olmaz. Gam varsa sürur, sürur varsa gam olmaz. Dolayısıyla sürur gelse gam çekip gidecektir ve ikinci mısrada vurgulanan iki misafiri aynı anda ağırlama işi gerçekleşmeyecektir. Beytin mazmunu tam da budur. Şair gönlündeki gamdan öylesine razıdır ki, ondan kurtulmak gibi bir arzusu yoktur. Bu rıza hâlini en güçlü şekilde ifade etmek için gamı giderecek olan şeye, sürura seslenmiştir. İlk mısrada maksat hâsıl olmuştur. İkinci mısraın görevi, bir darb-ı mesel olarak beyti süslemekten, mazmunu gizlemekten ve okuyanı/dinleyeni şaşırtmaktan ibarettir.
Tohum, bünyesinde meyveyi de barındırır. Meyveyi tadarken tohumu hatırlamak, aklî bir lezzet duymamızı da sağlar. Bu duyuş lezzeti ikiye katlar. Beslendiğimiz kaynaktan bizi haberli kılar. Şu hâlde bu beytin yaklaşık üç asırda kemale erdiğini, taklit yoluyla tekâmül ettiğini söyleyebiliriz. Rasih’ten önce “üstüne” redifli gazele nazire yazan bütün şairler doğrudan ve dolaylı olarak bu gazele/beyte katkı sağlamış, tohumu fidana, fidanı ağaca dönüştürmüşlerdir. Nihayetinde üslubuyla gazele/beyte damgasını vuran Rasih Ahmed olmuş ve asırlardır zevkle, hayranlıkla okunagelengüzide bir gazeli, şahane bir beyti bize armağan etmiştir. Böylece zemin gazelin sahibi Bursalı Sâfî’nin meydan okuyuşu da cevaplandırılmıştır; varsın bile isteye olmasın, ne çıkar!
(Devam edecek…)
Feyyaz Kandemir
1 Yorum