1.
Bu günlerde Türkiye’nin kalbinin Şehzade Mustafa’nın öldürülmesine odaklanmasından daha doğal ne olabilir? Genç, yakışıklı, kültürlü, güçlü, güçlü bir yönetici, sevilen bir padişah adayı… Üstelik mağdur. Babasının elini öpmek için, otağ-ı hümayun’a girerken hem de ve nice dilsiz celladı tepeleyerek, neredeyse, bu fasit daireden kurtulmak üzereyken… Ah! Zal Mahmut Ağa… Bir çelmeyle yere yıkar, Osmanlı’nın geleceği olan Şehzadeyi; sonrasını biliyoruz.
Bütün hatalarına rağmen, Kanuni Sultan Süleyman Han dönemi anlatan dizi filmin, tarihin ve o dönemin anlaşılmasında olumlu bir adım olduğu kesindir. Bazı çevrelere göre Osmanlı’nın edebiyatı, hayattan kopuk; şiiriyse sanal ortamdadır, dayanıksızdır. Buna itirazı olanlarda var: Cemal Süreyya gibi şiire ziyadesiyle vakıf zevatın, Osmanlı şiirini, bir “imparatorluk şiiri” olarak tarif ve tavsif etmesi gibi.
Tam bu teorik şeyleri düşünürken… Bir ağıt, bir çığlık, bir gök gürültüsü gibi yükselir yeniçeri ortaları arasında Taşlıcalı Yahya Beg’in dizileri
“Meded, meded bu cihânın yıkıldı bir yanı
Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Han’ı”
Üstelik bu ağıtta, Şehzadeyi öldüren Zal Mahmut Ağa ile, öldürülmesine ortam hazırlayan Sadrazam Rüstem Paşa da, açık bir biçimde anılır.
“Getirdi arkasına yere Zâl-ı devrân ü zamân
Vücûduna sistem-i Rüstem ile erdi ziyân”
Daha da ileri gider; eleştirilmesi mümkün olmayan Padişah’a yöneltir oklarını:
“Bunun gibi iş kim gördü, kim işitti aceb
Ki oğluna kıya bir server-i Ömer-meşreb”
Bir isyanı da saklar içinde mısralar, açık ve net bir biçimde:
“Hatâsı gayr-i muayyen günâhı nâmalûm
Zihî şehid-i said zihî şeh-i mazlum”
Sonunu şöyle bağlasa da, dönemin bir olayını unutulmaz bir biçimde şiirsel hafızaya kaydetmesi yönünden çok önemlidir…
‘Nizâm-ı âlem olan pâdişah sağ olsun ”
O dönemde şiir çok önemlidir çünkü. Böyle ağır eleştirileri padişaha, sadrazama, birçok etkin görevliye açıkça yönelten Taşlıcalı Yahya Beg, üstelikte bir devlet görevlisi sayılabilir. Buna rağmen mahlasını da çekinmeden koyar şiire, imzasını atar, sorumluluğunu yüklenir. Yani öylesine gerçek bir şiir ve öylesine akıllara ziyan delikanlı bir duruştur ki…
2.
Şiir geneli içinde tekniğe dönersek… Akıl almaz bir nizamı, intizamı, düzeni barındırır içinde şiir. Görünüşte sere serpe, özensiz, ölçüsüz bilinse de; olağan üstü bir ölçü ve düzen duyarlığına sahiptir kendi içinde, gizlice. Bir yapı düşünün ki, minik bir taş parçası bulunması gerektiği yerde değilse, yıkılsın o koca yapı. Bir resmin rengi, biçimi iğretiyse; o bütünsel güzellikten de eser yok denilebilir. Eksiktir, çirkindir, natamamdır o büyüleyici mekân. Ece Ayhan’dan “rahmetlik savruk”tan, en savruk şiirlerden bir şiir okuyalım mı?
Ortadoksluklar’dan:
XXI.
”Davut yeleli bir kimesnedir, bir çocuktur karaşın. Yüzükuylu dağılıyordur Tırnova kuşluklarına.
Bir karakoncalos yenince; eteğin aç, yağmala ve adın yazmıştır kayağantaşında. Şaşırmadan manil oynar.
Baka yeleli Davut! Gerçeğin Kiril ve Latin kurşunları da ilkin ülkenin okullarını bilmektedir.
“Bakışsız Bir Kedi Kara”, ya da “Yort Savul”dan ya da diğerlerinden okusaydık, daha kolay anlaşılır şeyler okuyacaktık belki. Bir kelime eksiltseniz tedbirsiz, kazara bir harfi yerinden oynatsanız, şiirin başta “musikisi” olmak üzere, her şeyi bozulur. Bunları sizinle paylaşmaktaki muradım şu: Şiir bir nizamdır, intizamdır, ölçüdür… Nice savruk, nice delibaş, nice coşmuş, nice kanlı görünse de. Kendi içerisinde düzen olağanüstüdür, bilimseldir, kurulması ve muhafazası zordur. Fuzuli’nin dediği gibi: “İlimsiz şiiri esası yok duvar gibi olur ve esassız duvar, gayette biitibar olur”
Sonuç olarak, oluşu itibari ile nizamı barındıran şiir, duruşu ve olduruşu yönünden isyancıdır.
3.
Yunus’un:
“Bunlar bir vakt begler idi
Kapıcılar korlar idi
Gel şimdi gör bilmeyesin
Beg kangıdır ya kulları”
Yine Yunus’un :
“Gitti begler mürveti
Binmişler birer atı
Yediği yoksul eti
İçtiği kan olusar”
Koca Türkmen Mahtumkulu’nun, bu devlet kuran şairin sözü devetnâme gibi:
“Gam çekme garip adem
Begler şahlar kalmazlar
Azim azim şehirler
Ak otağlar kalmazlar”
Pir Sultan Abdal’ın esrik dervişin söyledikleri, belki de asılırken ne güzel özetler hayatı, ölümü ve aradakileri:
“Pir Sultan Abdal’ım dünya kovandır
Giden adil begler kalan avamdır
Muhammed divanı yüce divandır
Kalsın benim davam divana kalsın”
Köroğlu’ndan Dadaoğlu’ya, Niyazî-i Mısrî “hemşerim”e dek örnekleri uzatmak mümkün
4.
“Genç Şair”lere ve her yaştan okuyucuya, söyleşi tadın derim ki… Önce ninnilere kulak kesilmeli insan. O güzelim ana sütündeki safiyeti barındıran söz sütüne odaklanmalı. İstediği kadar anlamsız olsun, ninniler en büyük şiirdir; sessiz bir orkestra eşliğinde.
Tenha bir oda da, ana ile çocuğu arasındaki en huzurlu saatler de ana memesinden emilen sütten sonraki, uykuya geçiş anında, sessizlik kıvamındaki tattır ninniler. Sonra tekerlemeler, deyimler, sözü inceltme çabaları… Ve nihayet sözün sesle nakışlanması; şarkılar, türküler, maniler, hoyratlar, bozlaklar, tatyanlar… Bu toprağa ait olan her şey.
Gurbette duyunca ana kokusu ve toprak kokusu sağlayan bir bileşim. Gökyüzünü yırtan çığlık ve yeryüzünü birleştiren şevk; türküler. Belki Malatya’da oluyor olay. Hem de Fırat boyu köylüklerinde, neden? Çünkü; anam anlatmıştı. Gece mişmiş/kaysı bekleyen, Hacı/Haci adlı bir delikanlı öldürülüyor, kim bilir ne sebeple… Bacısı geliyor üstüne, küçük bacısı ve şu ağıtı yakıyor:
“Hacimin örtüsü mimiş sarısı
Hacimi vurdular gece yarısı
Hacime de gurban olsun güçcük bacısı”
Kalbi olan herkes ve ah, ah bu küçük bacılar. Gam yükünün kervanı her vakit yedenler… Ah, bu gözü yaşlılar. Gözü ve gösyaşı olanlar…
Ötesini söylemeyeceğim.
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu
(Kaynak: Dil ve Edebiyat, 52)
1 Yorum