Orhan Veli “Kolayca okunabilen bir şiirin kolayca yazıldığını mı sanıyorsunuz?!” derken sanırım şiirin edebi sanatlar içinde en zor sanat olduğunu anlatmak istiyordu. Bir sanatın/işin zorluğunu anlamak için söz konusu sanatın tanımına bakmak en akıllıca yoldur. İnsan tanımını bilmediği şeyi kolayca yapabileceğini sanır. Buradan kolay sandığımız şeylerin cahili olduğumuz sonucunu çıkarabiliriz.
Cahit Sıtkı Tarancı, şiirin kelimelerle güzel biçimler kurma sanatı olduğunu söyler. Bu tanımdan kelimelerin işlenmesi gerektiği bilgisine ulaşırız. Yani şiir, alelade kelimelerin yan yana gelmesi değildir. Şair kelimelerin dünyasında yaşayan, onlarla nefes alan, acılarını, sevinçlerini, hayallerini onlarla anlatan bir kelime işçisidir. Dolayısıyla her bir kelime bir anlam dünyasına işaret etmektedir. İşte şairler hangi kelimeyi hangi kelimenin yanına koyacağını bilen kelime ustalarıdır.
Şiir, söz ile musiki arasında, sözden ziyade musikiye yakın bir lisandır, der Ahmet Haşim. Bu tanımda ilk göze çarpan unsur şiirin özel bir lisan olduğu ve bu lisanın musikiye yakın olduğudur. O halde düz yazı ile şiirin ilk ayrıldığı noktalardan biri şudur: Şiirin bir müziğe sahip olması, ahenkli bir ses akışını gerektirmesi.
Ahmet Haşim, şiirin sıradan bir dil olmadığını ve düz yazıya çevrilemediğini söyler. Öyleyse şiir ve düzyazı arasında büyük bir ayrılık olduğunu, her ne kadar ikisinin de söz sanatı olmasına rağmen şiirin düzyazıya çevrilemediğini söyleyebiliriz. Ama neden diye bir soru aklımıza gelirse bunun ilk cevabı yine şiirin tanımında saklıdır. Şiir kelimeleri olduğu gibi kullanma sanatı değildir. Şair kelimeleri kendi anlam ve hayal dünyasından geçirip yeni anlamlar yükler. Bu da yetmez kelimeler arasında özel bir bağ kurar ve bu bağ sayesinde yeni anlamlara/imgelere ulaşır. Böylece şiir dilinin anlam derinliği artar. Mecazlar kendine yer bulur. Duygu yoğunluğu ve imgeler kendini belli eder.
Necip Fazıl Kısakürek, şiirin mutlak hakikati arama işi olduğunu söyleyerek önümüze yeni yollar açar. Şaire göre “Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasalarına rağmen en mahrem, en mahçup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi”dir şiir. O halde şiir öncelikle bir arayıştır ve bu arayış ise bir ömür sürer. Kendini dünyada bulan insanın metafizik çırpınışlarına denk gelir şiir. Eşyanın perdesini kaldırıp arkasında ne olduğuna bakma işidir. Bir nevi maddeden manaya yol bulma sanatıdır. Bu geçiş esnasında mantık yasalarından vazgeçilir. Kelimelere normal hayatta kabul edemeyeceği anlamlar yüklenir. Fakat bu yükleme işi gayet estetik bir şekilde gerçekleştirilir. Hiç bir kelime tedirgin edilmez. Bilakis yeni anlamından hoşnutluk duyar.
Fazıl Hüsnü Dağlarca da, şairin her dizesine kendi yaptığı dil ve dilbilgisinden kata kata en sonunda hem büyük dilini, büyük dilbilgisini oluşturduğunu hem de okuyucusunu oralara ulaştırdığını söyler. Bu tanımda öne çıkan unsurun şairin kendi dilini ve dilbilgisini oluşturarak büyük şiirini yazdığıdır. Çünkü mevcut dil, şairin hayallerini, anlatmak istediklerini ifade etmede yetersiz kalmaktadır. Çaresiz olarak şair yeni bir dil kurmak zorundadır. Bu sebeple geceler boyu sürecek olan kelimelerle kavgası başlar. Kelimelere kendi anlamları dışında yeni anlam yüklemeleri yapar. Dilbilgisi kurallarını esnetir, aşındırır ve yeni kelime dizimlerine ulaşır; dilin imkânlarını keşfeder. Yani şair dilbilgisi kuralları ile bağlı değildir; dilin her türlü imkânlarını yoklayan ruhsatlı biridir. Böylece dili estetize eser, yeni ifade imkânları kazandırır. İşte şiirin okunduğunda sevilmesinin sebebi de budur. Fakat Dağlarca burada durmaz, şairin okurunu da kendi anlam dünyasına yükseltmek için çırpındığını söyler. Böylece okuyucusunun imgeleminde yepyeni anlamlar doğurtur. Şiir bu yüzden diğer söz sanatlarından ayrı ve üstündür.
Cahit Zarifoğlu ise tüm bu saydıklarımıza ek olarak “Şiir için sağlıklı bir sosyal ortam, kültür saldırılarından azâde bir uygarlık, şiire antenleri açık insanlar (şairler), bunların okuyarak, dinleyerek etkilenecekleri, özümleyip sürdürecekleri bir şiir geleneği ve şairi uyarılarla, hırpalamalarla, edebi dayaklarla yönlendirecek eleştirmenler, gerekli”dir der. Fakat bunları okuyunca hemen umutsuzluğa düşmemek gerek. Yine Zarifoğlu yukarıda saydığı şartlara ulaşamayanlar için “bütün bunları kendi içinizde film seti kurar gibi inşa etmeniz gerektiğini bilmelisiniz.” diyerek yine de şiir yazılabileceğini ifade eder. Burada ise şair adayına büyük iş düşmektedir. Öncelikle şiir tarihini iyi bilmek, şairlerle ünsiyet kurmak, çağının sesini iyi duyabilmek ve kendi şiirinin eleştirmeni olmak gerekmektedir.
Şairin, şiir tarihinden beslenmesi gerektiği hakkında çok manidar bir kıssa da anlatılır. Cerir şair olmak isteyince kendisine yüz bin beyit ezberlenmesi söylenir. O da çaresiz bu beyitleri ezberler ve geri gelir. Geldiğinde ise şimdi de ezberlediklerini unut denir. Cerir bu sefer üç yıl boyunca ezberlediği şiirleri unutmaya çalışır. Unutup geldiğinde ise, tamam şimdi şair olabilirsin, derler. Sözün özü şiir şiirlerden öğrenilir. Kendi sesini yakalayana kadar şair kendine yakın sesleri taklit eder. Ama zamanla sesini bulur ve özgün şiirini ortaya koyar. Bu yüzden olsa gerek Rilke, “Güzel ve mükemmel şiiri tamamladıktan sonra, şairin on yıl dinlenmeğe hakkı olmalıdır” der.
Sulhi Ceylan
7 Yorum