Bu ab u tâb kandan, meyhaneler de bilmez
Sahbâda neş’e kimden, mestâneler de bilmez
Çeşm-i medide-hâbe âyineler de hayrân
Mahiyyet-i cemâlin cânâneler de bilmez
Akil kitab-ı aklı hall eylemekde gafil
Keyfiyyet-i cünûnı divâneler de bilmez
Derkinde bezm-i dehrün erbâb-ı bezm hayrân
Bu gerdişün (dönüş) medârın, peymâneler de bilmez
Bir şem dür cihâna sermaye-bahş-ı sùziş
Amma bu sûzun aslın, pervâneler de bilmez
Ser-tize-i talebden diller harâb-ı kâviş
Bir genc (hazine) var nühüfte (gizli), vîrâneler de bilmez
Erbâb-ı bezm Nâbî geh mest gâh mahmûr
Bu derd-i ser nedendür humhâneler de bilmez
Merhum Nabi’nin bu nadide gazeli İslam şiiri ve hususen Divan Edebiyatı içinde “sekr estetiği” diyebileceğimiz bir yerde durur. (Burada bu isimde kitaplar yazılsa da ne Divan Edebiyatının ne de bağlı bulunduğu İslam şiirinin estetik anlayışı üzerine gerçek bir çalışma yapılmadığını belirtmek lâzım).
Sekr hali tasavvufta sufinin varlık duygusundan tamamen sıyrılıp şuursuz bir şekilde mutlak varlığın (Allah Teâlâ) çekiminde bulunduğu haldir (fenafillah). Bu haldeki sufi idrakten ve ihtiyardan yoksun olduğu için söylediği sözden ve yaptığı hareketten mesul değildir. Şathiyat dediğimiz akaide muhalif sözler bu hal içinde ortaya çıkar ve bunlara itibar edilmez.
Büyük İslam şairleri bu hali yaşamasalar bile tasvir etme konusunda büyük eserler ortaya koymuşlardır. Divan Edebiyatı’nın en meşhur sekr şiiri Fuzuli’nin şu gazelidir:
“Ben beni bilmem neyim dünyâ nedir ‘ukbâ nedir
Söyleyen kim söyleden kim ‘aşk nedir sevdâ nedir
Mey nedir sâkî nedir Mecnûn nedir Leylâ nedir
Kimse idrâk eylemez bu ‘âlem-i eşyâ nedir
Gül dırahtında kuru feryâd ile kâm isteyen
Ölmeden dostun yoluna tuttuğun da’vâ nedir
Arayup gezmekdedir pervâne ‘aşkın âteşi
Dosta cân vermek murâdı bilmez istiğnâ nedir
Takınup zencîr-i ‘aşkı dîvâne oldunsa eğer
Halkı ta’cîz eyleyüp senden sana şekvâ nedir
Vâkıf oldunsa eğer “kâlû belâ” esrarına
Maksûdun ancak rızâdır cennet-i a’lâ nedir
Şems gibi izhâr olur her kimde var envâr-ı ‘aşk
Âşikâre yanmalı ‘âşıklara ihfâ nedir
‘Aşk bazârına fuzûlî kimse basmasın ayak
Şem’î yanmak rıf’atin oddan sana pervâ nedir”
Merhum Nâbi’nin yukarıda verdiğimiz gazelinin de muvaffakiyet bakımından Fuzûlî’ninkinden aşağı kalır yanı yoktur. İki şiir arasındaki fark Nâbi’nin tasvirci bir üslubu Fuzûlî ‘nin ise tecrübi bir üslubu benimsemesidir.
Bu arada Hayâlî Beg’in;
“Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”
maktalı gazeli ehl-i sekrden değil ehl-i gafletin halinden bahsetmesiyle sekr estetiği içinde ilginç bir yerde durur. Şair, Allah’tan (c.c.) habersiz insanları, sudan habersiz balıklara benzetmiş, Allah’ın mevcudiyetinin idrak sahipleri için her yerde kendini gösterdiğini belirtmiştir. Gafillerle Allah aşkından iradelerini kaybedenlerin birbirlerine benzemeleri ise manidardır. Nitekim şair şiirin devamında aşıklar için;
“Şafak-gûn kan içinde dâğını seyretse âşıklar
Güneşte zerre görmezler felekte âyı bilmezler”
diyerek sekr haline gönderme yapmıştır.
Nâbi’nin şiirine gelirsek şairin tekke ve tasavvuf mevzularını klasik olarak meyhane, mestane, şarap, şem, pervane gibi remizlerle ele aldığını görürüz.
Çeşm-i medide-hâbe âyineler de hayrân
Mahiyyet-i cemâlin cânâneler de bilmez
beytinde İslam akaid ve tasavvufunda insanın cennette cemalini seyrettiği an dâhil olmak üzere hiçbir zaman Allah Teâlâ’yı tam manasıyla idrak ve gözleriyle ihata edemeyeceği hakikatine gönderme yapılmıştır. Âşıkların kendilerini kaybetmeleri için sevgiliden gelen bir mendilin yetmesi gibi sufi de küçük bir tecelliyle kendinden geçer.
“Akil kitab-ı aklı hall eylemekde gafil
Keyfiyyet-i cünûnı divâneler de bilmez”
beyti sahih mütefekkirimiz Necip Fazıl’ın şu şiirini hatırlatır:
“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var..”
Nâbi de gerçek aklın, aklı terk etmek olduğunu söylemektedir. Çünkü aşk akıl işi değil sadakat işidir. Hazreti Ebubekir’i (r.a.) ilk sıraya geçiren aklı değil sadakatidir. Divan şiirinin aşk mevzusundaki kıblesi elbette Fars şiiridir. Bu unsurlar kemaliyle oradan alınmıştır. Cenab-ı Mevlana’nın “Aşkın gönlüme dolalı beri, senin aşkından başka neyim varsa hep yandı. / Aklı, dersi, kitabı hep rafa koydum.” ve “Ey akıl git! Burada hiçbir akıllı yok / Bir kıl bile olsan burada sığacak yer yok sana / Artık gün doğdu gün / Parlayan her ışık, güneş ışığında berbat olmaya mahkûm” mısraları Nâbi’nin dizeleriyle beraber kulağımızda çınlar.
Şairin;
“Ser-tize-i talebden diller harâb-ı kâviş
Bir genc (hazine) var nühüfte (gizli), vîrâneler de bilmez”
şahane beyti ise Erzulumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin;
“Harabat ehlini hor görme zakir,
Defineye malik viraneler var…”
beytinin ilk hali gibidir. Sadece Nâbi bu hazineden viranelerin bile haberi olmadığını belirtmiştir ki bu Şeyh Gâlib’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” ile başlayan beytinin de farklı bir varyasyonudur aslında.
Şiirin;
“Erbâb-ı bezm Nâbî geh mest gâh mahmûr
Bu derd-i ser nedendür, humhâneler de bilmez”
makta beyti tasavvuftaki telvin ehlinin halinden bahsetmektedir. Telvin ehli bir manada ve halde sabit kalamayan sürekli eşyanın ve vukuatın rengine boyanan sufilerin makamıdır.
Ali Söyler
3 Yorum