Soru: “Bizim bağlı olduğumuzu iddia ettiğimiz hakikatle yaptığımız sanat arasında bir ilişki var mıdır? Varsa bu ilişki nedir? Yoksa biz ne yapıyoruz”
***
Cevap: Biz ne yapıyoruz? Bak bu soru çok güzel Salim. Hep birlikte delirdiğimizi düşünüyorum bazen. Hani konu sanat ve edebiyat ya, hani olup bitenlerde parmağımız var ya. Çok düşünüyorum bunu. Geçtiğimiz günlerde birkaç kentte seri şiir konuşmaları yaptım. Aslında hepsinde aynı şeyi dert ediniyorum, ama her birinde ayrı bir felaketi konu aldım. İnsan insana kötülükte ne kadar ileri gidebilir, sorusunun yanıtı korkunçtu. Önce bunu sordum kendime. En kötüsü hangisiydi?
92 ülkenin ortak imzalamasıyla kullanımı yasaklanan, sivilleri öldüren misket bombasının Gazze’de bir okula atılması mı? Yıl 2010. Bu bombayı kullanmama konusundaki anlaşmaya imza atmayan üç ülkenin Rusya, ABD ve İsrail olmasına şaşırmamam mı? Hiroşima’da Little Boy’la 140.000 kişinin bir anda öldürülmesi mi?(yıl1945) Bombardımandan sonra insanların mutasyona uğrayarak 5 yıl içinde acı çekerek ölmesi mi? Kötülüğü tanımayan Kızılderili ulusların üzerinde ilk biyolojik silahın denenmesi mi, 70 milyonu yok edilmesi mi, kelleleri başına 5 dolar ödenmesi mi? Küçük Yahudi kızların Filistin’e atılan roketlerin üzerine “Sevgili Lübnanlı, Filistinli, Müslüman, Arap, Hristiyan çocuklar… Sevgiyle ölün” yazmaları mı?
Mart 2013 yılında çekilmiş bir videoda İsrailli bir muhabirin henüz 6-7 yaşlarındaki İsrailli çocuklarla yaptığı mülakatta bir kız çocuğuna sorduğu “hayalin ne” sorusuna kızın “ölü bir Filistinli” deyişi karşısında acizim. Kötülüğün bu kadar öğrenilebilir ve güncel olması cesaret kırıcı. Biz ve ötekiler düşüncesinin işletildiği her yerde her şey korkunç bir hal almaya adaydır. Soykırımın oluşmasında etkili, saptanmış 8 maddeden ilki “biz ve onlar” düşüncesini oluşturmak. Bireysel ilişkilerde bile bunu yaşamadığım bir dakika yok dünyada. Bir kere bu gerçekleştirildi mi diğerine yapılan her şey suç olmaktan çıkıyor o kişinin nazarında. Böylece vicdan problemi kalmıyor. Onlar suç işliyor olamazlar, çünkü zaten “farklı olan öteki” nerdeyse insan bile değildir, böcektir, kemirgendir, omurgasızdır vs.
Şiirin ve sanatın ise bu kötülükleri örtmek için de birebir olduğunu biliyor muydunuz? Yoksa niçin ağzımızı her felaketten açtığımızda ülkemizde, sınır boylarımızda olup bitenler sanki daha hafifmiş gibi, adımız Adorno imiş gibi felaket-şiir denklemlerinden bahsederken söze Auschwitz’le başlayalım? Auschwitz’de zulme uğrayan sanatla duyurdu dünyaya sesini. Keza bugün Vietnam’dan bahsetmiyorsak, adını bile anmıyorsak orada zulme uğrayanın kendi sanatını üretmemiş oluşundandır. Biz Vietnam’da olanları ancak Amerika’nın çevirdiği tek yanlı filmlerden öğrendik. Bugün siyaset dersi olarak okutuluyor fakültelerde Vietnam. Ama halen orada bir buçuk milyon insana ne olduğunu sanatın diliyle bilmiyoruz, acıyı çekenin dilinden sanatsallaşmış olarak okuyamıyoruz.
Bunun için şiirimizle ne yapıyoruz diye sormak çok önemli. Neyin üstünü açıp neyin üzerini kapatıyoruz acaba? Siyasi terminolojiye sığınan -yamanan da denebilir- bir şairin bir kötülüğü örtmesi çok daha muhtemel. Örneğin gündelik hayatlarında arkadaşlarına, dostlarına kazık atmakta, sevgisizlik göstermekte, asgari saygıyı bile esirgemekte en küçük tereddüt göstermeyen kimseler bana sakın şiirde politikadan bahsetmesinler. Yakınındaki kanlı canlı insanları sevmek zordur, uzaktaki binlerce soyut varlığı sevmek kolaydır. En küçük bir sınama istemeyen bir sevgi o. Yani salt şov. Buradan politika da olmuyor şiir de. Bana kolay şeylerle gelmesin kimse. Şair olmak bir şeyleri reddetmekle mümkündür, şiire öyle büyük temaları kakalamakla değil. Altına işeyecek korkudan ama konuşurken sanki tarih yapıyor, ha ha. Twitter hesabından car car her olaylı habere içinde olduğunuz grubun “beklentilerine uygun” yorum yapmakla sadece kendi gazınızdan kurtuluyorsunuz, olaylara verilecek refleksler de şablon halde hazır, yani genelde bir kıymeti yok. Ben eylemde sadece gerçek eylemlere, sözde de sadece iyi şiirlere inanırım. Şairler, 1973’te Oscar ödülünü Yaralı Diz katliamından ötürü reddeden Marlon Brando’nun basın bildirisini okusunlar. Kendilerine yalan söylemekten de vazgeçsinler, çünkü yemiyoruz. Birilerine elbette yedirirsin, ama ben inanmamışsam, boş! Kan görünce, göstere göstere inleyerek vicdanınızı aklayabiliyorsanız bize de öğretin, oluyor mu sahiden? Buradan bakınca pek aklanmış görünmüyor da.
Politik meseleleri birbirine kötek atmak için, ya da birbirine yaranmak için kullanan şairlerden çok sıkıldım. Zaten ya politikadan ya da şiirden anlamıyor, birini diğerinin kek kabartıcısı gibi kullanıyorsa onun notu belli. Biz ve onlar ayrımına gidebilecek her mesele, kendi başını yer. Şiirde bir milim ilerleyemezsin böyle. Hakikat sözcüğünü bile temkinle kullanmaktan yanayım. Hakikat de aynı şekilde beğenilmeyen kimseleri dövmek için bir sopa gibi kullanılıyor. Kimin sırtına indirilecekse ona göre yontularak. Herkes hakikatin kendi elinde olduğunu düşünebilir; kimisi de şiirin kendi uhdesinde olduğunu ima ediyor mesela. Ama yok böyle şeyler.
Hakikat deyince sorumluluk noktasına çekiyoruz şiiri. Ben etkisiz ilerleyen dünya yaşamının karşısında şiirle durulabileceği fikrini romantik buluyorum. Böylesi taşıyamayacağı yükleri şiire yüklemek yerine şiirin neyi taşıyabileceğinin araştırılması önemli. Siz şiirin aslına sirayet edebildiğinizde dünyada küçücük bir şey düzelir. Siz ait olduğunuz dilde iyi bir şiir yarattığınızda size ait olan bir değer belirginleşir. Dilinizin içindeki alanı genişletebildiğiniz ölçüde yurdunuzu genişletirsiniz. Hakikat size gelmez, sizinle gelir. Hakikat ancak dile, dilde gelir. Geçtiğimiz günlerde Dil Bayramı nedeniyle İzmir’den kalkan Türkçe trenindeki yolculuğumuz esnasında öykücü arkadaşlarla şairler arasında ufak bir münazara oldu. İki türün dili arasındaki farklar konu edilirken Murat Güzel “şiir daha çok kelime yakar” dedi. Çarpıcı bir söz. Buradaki yakmanın doğrudan motor büyüklüğü ile ilgisi var. Modern şiirin edebiyatı taşıyıcı hızını da gücünü de böyle açıklamak mümkündür. Ancak yineleyelim; şiire biçilen her üstün rol ona birden misyon da yüklüyor. Hakikat de dahil olmak üzere şiire misyon yüklenmenin nelere yol açtığını birçok yazıda dile getirdim daha önce. Kısaca bu kez başka türlü söylersem; misyon, şiirin modern ve kurucu vasfını zedeler. Çünkü şöyle olur, iletişime indirgenen dil, nesnesini meta kılar. Metanın dili muhatapla klişe aracılığıyla anlaşılabildiği için hazır dilleri (kalıplar, konuşma dilleri, gündelik dil, deforme edilmiş olsa bile deyimler) asıl kabul eder. “Şiir dili” denebilecek özel dili yaratma işi metalaşma sürecinde hep “doğallıkla” ertelenir.
Bu paralelde Bataille’ın sözlerine kulak verelim: “Şiir, kurulu düzeni sözde ayaklar altına alabilir, ama onun yerine geçemez. Şair, zavallı bir özgürlüğün yarattığı dehşetle mücadele etmek için yiğitlik gerektiren bir siyasal eyleme itildiğinde şiiri bırakacaktır. Bu andan itibaren kurulacak yeni düzen boynunun borcudur; bundan böyle etkinliğin doğrultusunu üstlenmek, büyük bir tutum takınmak zorundadır: Bağımsız bir tutum takınma olasılığı taşıyan şiirsel varoluş, gerçekte küçük bir tutumdur; bir çocuğun tutumudur, karşılığında bedel ödenmeyen bir oyundur.”
Hayriye Ünal
Kaynak: B Planı, 3. sayı
1 Yorum