Yazarlarımızın, yangından mal kaçırırcasına evlendiğini daha önce duyurmuştuk. Son kaybımız Onur Peyk ise geçtiğimiz haftalarda evlendi. Ama hâlâ yazabildiğini ispatlamak istiyor. Yazıyı, siz okurlarımızın beğenisine sunuyoruz.
***
Yazma iştiyaki o kadar kuvvetli bir duygu ki önünde sel olsan duvar olsan ne çare! Yazarın beyni evden çıktıktan sonra “Aman kapıyı kilitledim mi, acaba ocağı kapattım mı?” diyen kadınlar gibi bir o yana bir bu yana koşturuverir. O yazı yazılmadan içinde belli belirsiz bir huzursuzluk oluşur. Yazı yazması gerektiğini kafasında binlerce fikrin uçuştuğu, her bir fikri ayrı ayrı düşünürken içinin gıcıklandığını hissettiği zaman anlar. Bir iki gün boyunca bu vecd halinde kalır. Gündelik işlerle meşgul olurken kafası hep o yazıya odaklanır. Onlarca senaryo arasından birini de seçemez. Düşünsel boğuşmaları sırasında bir konu ona yapışır ve kaleme sarılır. Sanki konuyu o seçmiyor, kendisinin ürettiği konulardan biri onu sınava tabi tutuyor ve sonunda dönüp onu seçiyor!
Her yönüyle yazıya hazır olduğunu hissedince, güzel bir Anadolu türküsünün enstrümantalini açar, kısık sesle. Neredeyse tüm gün gözünde olan gözlüğü sanki ilk defa takıyormuş gibi gözünde oynatır. Saplarından tutup yukarı aşağı hareket ettirdiği gözlükleriyle yeni bir hava oluşturur kendine.
Zihnini bir kez daha toparladıktan sonra ana karakterini oluşturan kızın en hızlı, en açıklayıcı olabilecek şekilde etkileyici bir girişini yapar. Mesela, kara, iri gözleri vardır bu kızın. Utangaçtır. Gözlerini kaçıra kaçıra bakar karşısındakine. Konuşurken göz göze geldiğiniz zaman bile aslında size bakmıyordur. Anlattığı şeyin beyninde oluştuğu objesini izler gibidir o gözler. Anlayacağınız beyni o kadar odaklanabiliyor ki o an hayalinde oluşturduğu objenin bir kesitini bile kaçırmaz. Ayrıca güzel de bir gülüşe sahiptir. Gülerken, kötü bir şey yapmış gibi yüzünü saklayacak yer arar.
Şimdi yazar biraz soluklanmak için soğuttuğu çayından bir yudum alıyor. Tadı o kadar şahanedir ki yazının neresine sıkıştırsa diye düşünür! Neyse. Lafı dolandırmadan gelelim yazının geri kalanına. Kafasında oluşturduğu mantık ve kronolojik sırayı bozmamak için üstün gayret sarf ediyor. İlk paragrafta kızın yüzünü hafiften okuyucuya belli ettikten sonra ana olayın örgüsüne odaklanmaya çalışıyor. İşte malum kız, üniversite yıllarında tanıştığı birine âşıktır. Sevdiğini ailesiyle tanıştırır. Tabii hikâye bu ya, ailesi pek sıcak yaklaşmaz. Kız o kadar seviyordur ki bir gece oğlana kaçıverir.
Tüm olayı bu konu etrafında şekillendirmeye çalışan yazarımız, kızı ailesi tarafından reddedilmesinin psikolojisini tahlil etmek istemektedir. Gerçekten kızcağız o kadar çetrefilli bir karar vermek zorundadır ki tüm hayatını bir anda ya altüst edecek ya da düzlüğe çıkaracaktır. Bir düşünün: yıllarını verdiği bir ilişki sadece ailesinin kuruntuları yüzünden bitecek. Üstüne üstlük artık ne yaparsa yapsın ailesinin gözünde kocaman bir eksisi olacak. Ama bu kız çetindir. Yüzünün yumuşak olduğuna kanmayın! Doğru bildiği yoldan milim ayrılmaz.
Yaklaşık dört yıldır tanımaya çalıştığı insanı, iki günde tanıdıklarını iddia edip, ahkâm kesen ailesine direnebildiği kadar direnir. Abisinden teyzesine, arkadaşından bilmem nerede oturan akrabasına kadar tenkit edilir. Dedim ya kızın yüzü yumuşak diye… Ve devreye oğlan girer. İşler iyice sarpa sarar: Erkek kavgası zordur hani! Ama oğlanın sert çıkışları bir işe yaramıştır. Zira kızın ailesi, kaçma ihtimalini de düşünüp, geri adım atmaya karar verir. Sonuçta iki genç birbirlerini çok seviyordur.
Yazar, hikâyeyi kafasında günlerdir kurmuş olmasına rağmen zihnini toplama ihtiyacı duyar. Hikâyeyi her ne kadar kendisi üretiyor olsa da, kendi kurgusuna kapılmaktan korkar. Yazdıkça olayın içine biraz daha dâhil olduğu için yazıyla arasında duygusal bir bağ oluşur. Kıza üzülür, ailesine empati yapmaya başlar! Sonuçta onlar birer ebeveyn. Ne de olsa kızlarının kötü olmasını istemezler. Biraz soluklanmak için çayını tazeler. Bir sigara tüttürmek için balkona çıkar.
Aslında aile oğlanı tanımak için çaba sarf etmemişti. Bir kez olsun kızlarına “sen ne düşünüyorsun?” diye sormamışlardı bile. Ayrıca oğlanı arayıp kızlarını, kızlarına da oğlanı kötüleyip duruyorlardı. Çünkü kızlarını yakın bir akrabalarıyla evlendirmek istiyorlardı. Ve yazar kati olarak inanmıştı: bu kız kaçmalı! Kızın evinde, son olarak, büyük bir kavga çıkar. Sebepsiz yere çıkan bir kavga ama sonu iyi bitmez. Kız evden kovulur, anne hastanelik olur…
Ertesi sabah, kız sevdiğinin evindedir. Akşama nikâhları kıyılır. Zor bir dönemece girer genç çift. Kız, ailesini arkasında bırakmıştır. Daha doğrusu bu beklenmedik gelişme karşısında bocalamaktadır. Psikolojik ilaç kullanma noktasına gelir. Yazar, bu noktada müdahale ihtiyacı duyar: kızın bu durumu rahatlıkla atlatacağı şekilde yazının kurgusunu düzenler. Yazının bundan sonraki kısmını kızın kendini sürekli telkin ettiği, moral seviyesini yüksek tuttuğu bir havada ele alır. Genç kız ailesini bıraktığı için kendini haklı görecek, ailesinin onu istemediği bir hayata zorladığını unutmayacaktır. Yani kız ailesini bırakmamış ama aile, kızlarını ötelemiştir.
Yazar derin bir nefes alır. Hikâyenin ana hatlarını çizmiştir ama saat de gece yarısını geçmiştir. Yarın hikâyeyi tamamlamak ve Edebifikir’e göndermek üzere yatağına gider. İçinde ilk yazı yazdığı gün kadar heyecan vardır: acaba yazım beğenip yayımlanacak mı? Ama hevesi kursağında kalacaktır. Çünkü Edebifikir editörleri bekârdır ve evli yazarlardan pek haz etmemektedirler. Muhtemelen yazıyı şöyle bir gözden geçirip, “ıhh, kurgusu zayıf” diyecek ve geri göndereceklerdir. Sırf Edebifikir editörleri bekâr diye evli olan yazarımız yazısını yayımlatamayacaktır. Hâlbuki editörler evli olsa bu kurgu gene zayıf mı olacaktı? Hiç sanmam!
3 Yorum