Yahyâ’ya Mektup – 5

Yahyâ, yıllardır tam olarak nihayete ermeyen ve hiçbir zaman da derinleşmeyen bir hüzünle yaşıyor ve o hüznün bir parçasıyla sana yazıyorum. Hayatım hep küçük parçalardan ibaret ve ben de bu parçaları toplayıp bütüne varmaya çalışıyorum ama bir türlü beceremiyorum. Misal dedem. On yaşına kadar yanında kalmış olmama rağmen hafızamda hep iki küçük parçacık halinde duruyor. İlki, beş yaşımda iken okula götürmüştü. Dedem, okula kaydettirmek için ısrar ediyor, öğretmen de yaşım küçük olduğu için bunun pek mümkün olmadığını söylüyordu. Okuma yazmam olduğunu öğrenince ikna olmuştu. İkincisi, on yaşıma gelmiştim ve bir sabah Radyo 1’den başka hiçbir frekansın çekmediği köyde radyoya anten yapıyor başka kanallar arıyordum. Nenem, “Oğlum, deden hasta, kapat istersen.” demişti ve o günün akşamında dedem ölmüştü ve ölümle ilk kez yüzleşmiştim.

O zamanlar yaşım küçük olduğu için idrak edemediğimi düşünüyordum lâkin ölüm idrak edilen bir şey değil, yaşanılan bir şey. Mahallemizde bir Hüseyin vardı. Küçük yaşta havale geçirip aklî melekelerini yitirmişti. Bir dev kadar büyük ama bir çocuk kadar sevimliydi. O aklıma geldikçe kafileyle merkez köye gidişimizi ve dinlenme tesisinde yanlışlıkla kadınlar tuvaletine girmesi ve kadınların o tiz çığlıklarını hatırlar hafiften tebessüm ederim. Hüseyin bazı geceler don atlet sokağa çıkar bağırırdı. Anne-babası ise bir türlü onunla başa çıkamazdı. Denk geldiğimde koluna girer konuşa konuşa evine kadar giderdik. Kapının önüne geldiğini fark edince “Hep böyle yapıyorsun, hep böyle yapıyorsun Celâl abi.” diye söylene söylene eve girerdi. Bir sabah telefonuma “Hüseyin öldü.” mesajı geldi. Elimi kolumu koyacak bir yer bulamadım. Bir meczup gibi kalakaldım. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Baba ve annesinin büyük merakı, biz öldükten sonra bu çocuk ne yapar rezil rüsvay olur derdi bitmişti. Allah onlardan önce almıştı Hüseyin’in canını. Cenaze namazında babasının durumu hiç iyi değildi. İlk günün acısı geçer diye düşündüm ama hiç de öyle olmadı. Bir akşam çay ocağına gittiğimde tek başına oturuyordu babası. Selam verdim. Dilinin ucuyla selamımı aldı ve boğuk bir sesle, “Olmuyor Celâl, olmuyor. Sanki her yerde Hüseyin’i görüyorum. Onun boşluğu hiçbir şeyle dolmuyor. Kafayı sıyırmak üzereyim.”  demişti ve ben teselli cümlesi bulamamıştım. İşte böyle Yahyâ, ölümle yüzleşmeyince gerçeği göremiyoruz.

Yahyâ, üç ay önce köye gitmiştim. İnsan doyduğu yerde değil, doğduğu yerde huzur buluyor. Bunu sakın bir köy nostaljisi, edebiyatı sanma çünkü köy insanı fıtrata çağırıyor. Günümüz şehri ise fıtrattan uzaklaştırıyor. Köyde kaldığım yirmi bir gün boyunca güneş batınca akşam olduğunu fark ettim. Hatta saat dokuzdan sonra elime telefonu alıp birilerini aramak bile ayıp geldi bana. Oysa şehirde gece saat birde rehberde arayacak insan bulmaya çalışıyoruz.  Beni öze çağırdığı için bugünlerde yapmak istediğim tek şey: koyun çobanlığı. Bu da kursakta kalacak biliyorum ama beni tek mutlu edecek şey de buymuş gibi geliyor.

Köye vardığımın ikinci günü doksan beş yaşındaki Muzaffer Amca öldü. Her evde güneş enerjisi olmasına rağmen cenazeyi yıkamak için büyük bir kazan yaktılar ve suyunu ısıttılar. O anda zihnime kalemlerinin ucundan çıkan talaşlarla suyunun ısıtılmasını vasiyet eden âlimler, Koca Yunus’un, Niyazi Mısrî’nin ilahileri uçuştu.

Yahyâ, ölümden bu kadar bahsettik peki sadece ruhun tenden çıkması mı ölümdür? Bir salgın her tarafımızı kuşattı. Âdeta bir ev bir göz bir maske bir HES kodu hapsine mahkûm olduk. Camiler kapandı. Dergâhlar kapandı ve kalplerimiz sohbetsizlikten öldü. Lâkin onun cenazesini kaldıran olmadığı için bu ölümü fark edemedik. Bugünlerde kendimi tasavvufi kitaplardan, sohbetlerden medet uman mistikler gibi hissettim. YouTube’da ya da başka mecralardaki sohbetler beni teselli etmedi. Çünkü ruhum cezbeye kapılmak ve göklere yükselmek istiyordu. Cezbeye kapılacak bir kalp yoktu belki bende. En azından bir cezbe ehliyle diz dize oturmak istiyordum. Yahyâ sakın ola ki her sene aynı şeyler anlatılıyor, artık bir şey alamıyorum diyerek sohbet meclislerini terk etme. Unutma ki sohbet meclisleri ilim öğrenmek için değil, ruhu cilalamak için vardır. Paslı bir ruha öğretilen ilim kâr değil zarardır.

Yahyâ, uzun zamandır sana yazamadım. İyi bir gözlem yeteneğine sahip değilim. Kurgu bir metin yazmak ise benim için hayli müşkül bir iş. Çünkü ben yazıyı şahitlik olarak görüyorum. Muhayyilemdeki projeleri bir türlü kâğıda dökemiyorum. Fikir konusunda da yetkin bir müktesebatım yok. Geriye yazmak için pek bir sebep bulamıyorum.

Üzerine sayfalarca yazılar yazılabilecek, sosyolojik ve psikolojik olarak tezler hazırlanabilecek iki hadiseye şahit oldum. Bunları teğet geçmek bile bir kişinin henüz yazar olamadığının alâmetidir.

İlki, minibüsteyim. Beş-altı yaşlarında bir kız çocuğu dur durak bilmeden yaramazlık yapıyor. Annesi bir iki kez ikaz etmesine rağmen kendisini tehlikeye atacak ve etrafındakileri rahatsız edecek hareketler yapmaya devam ediyordu. Annesi dayanamadı ve uslu durmazsa babasına söylemekle tehdit etti. Kızın cevabı ise beni dumura uğrattı. “Sen söylemezsin. Çünkü sen iyi bir insansın!” İmam-ı Gazâlî hazretlerine göre, bir insanın karakteri yedi yaşına kadar oturur. Muhtemelen bu çocuk okulda, sosyal hayatında, işyerinde arkadaşlarının, evlendiğinde kocasının ve ileride de doğan çocuklarının iyiliğini istismar edecektir. Yeni neslin bu ve buna benzer hastalıkları öncelikle ebeveynler tarafından fark edilmeli ve çözüm yolları çare aranmalı.

İkincisi ise, Edirnekapı’da abdest almak için şadırvana girdiğimde karşılaştığım olaydı. Çoraplarımı çıkarırken uzun boylu, zayıf bir adamın tuhaf davranışları dikkatimi çekti. Tuvalete girip çıkıyor ve yüzünde mutluluk okunuyordu. Ben hiçbir şey sormadım. Birden bana döndü ve konuşmaya başladı: “Abi, buranın tuvaletleri çok iyi ya. Girip çıkıyorum kimse para almıyor. Şirinevler’de bir buçuk lira. Abi, düşünsene bir ekmek parası. Ben hiç bir buçuk lira vermedim ama. Elli kuruş atıp kaçıyorum. Adam kızıyor ama bende çocuklarımın ekmek parasını tuvalete verecek göz var mı?” Adam nutkunu bitirdi ve hızla uzaklaştı.

Bu kadar okuyan, düşünen bir adam olmama rağmen bir kez olsun bu mesele üzerine kafa yormamıştım. Bu ve bunun gibi konular üzerine kalem oynatamamak beni kısırlaştırıyor ve hiçbir şey yazamıyorum. Hikâyelerin kitaplaşmaması da yazamamama elbette bir etken.

Yahyâ, ben yazamasam da sen ölmeden önce ölenlerin meclisinden ayrılma.

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Hisse sahibi , 02/10/2021

    Yahya’ya yazılan nasihatlerle dolu bu mektuplarda hissemize düşeni almaya gayret ediyoruz. Lütfen yazmaya devam et Celal abi..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir