
Yahyâ, altı yıl evvel uzun bir yolculuğa çıkmıştım. Yirmi saatlik bir otobüs yolculuğuydu bu ama yorucu bir tarafına hiç denk gelmemiştim. Çünkü kutlu bir yolculuktu. Otobüse bindiğimde yanımdaki yol arkadaşımla tanıştım. Yüz hatlarından konuşmaya susamış ya da sohbeti çok sevdiği anlaşılıyordu. Epey bir zaman geçmişti ki -benim için anlık bir zaman dilimiydi- “Kardeş, yola çıkalı sekiz saat oldu ve ağzından tek kelam çıkmadı. Biraz konuş da kim, ne olduğunu bilelim.” dedi. Beyhan abiye dönüp manasız bir şekilde baktıktan sonra, önce saatime baktım sonra da içime. Fark ettim ki sekiz saattir kendimle konuşuyorum ve hiçbir yere varamıyorum. Şimdi sana basit gelecek bu hatırayı niçin anlattığımı sorabilirsin. İyice zayıflayan hafızamın bu meseleyi niçin hortlattığını merak edersen, bugünlerde de altı yıl öncesi gibiyim. Herkes sustuğumu sanıyor lâkin ben dur durak bilmeden kendimle konuşuyorum ve yine hiçbir yere varamıyorum. Yıllar önce kurduğum bir cümle de burada dursun: insan, kendine karşı çok gevezedir.
Yahyâ, konuşmak, yazmak, yazışmak artık iletişim, bir bağ kurmak ya da sohbet etmek değil, bir boşluğun içinde dolaşan ruhumuza bir teselli aramak. Fakat bu beyhude bir çaba. Genelde, insan, insanı ancak yanlış anlar. Bununla alâkalı iki hatıramı daha anlatmak isterim. Yenilgi ile ilgili bir yazı kaleme aldım ve yazının sonlarına doğru, kırk yaşından sonra daha büyük bir yenilginin beni beklediğini yazdım. Bu cümlede bir hadis-i şerîf’e telmihte bulunmuştum ama ne hikmetse bu karamsarlığa yoruldu.
Yahyâ, herkesin durduğu, nazar ettiği bir pencere var ve büyük yıkımlar olmadığı sürece bu pencereden ayrılmazlar. Nazarlarının oluşturduğu manzara da şahsidir ve sana ayna olmaktan çok uzaktır. Misâl, dünyaya karşı hiçbir meylimin olmadığını, insanlarla muhabbetimin anlık olduğunu, yüz yüze görüştüklerimi ayrıldığım anda, telefonda konuştuklarımı da telefonu kapatınca unuttuğumu anlattığım üç kişiden üç farklı cevap almıştım. Veli olduğuna şehadet ettiğim bir büyüğüm, Celâl’im, senin Allah dostluğun için yolun açılmış. Allah seni insanlardan koruyarak kendi dostluğuna hazırlıyor, diyerek nefsimi cilalamıştı. İkincisi, felsefi metinler okuyan ve bu mesele üzerine kafa yoran bir arkadaşımdı. Onu cevabı da, sen yola çıkmışsın, arama yolculuğuna. Aramak bulmanın yarısıdır diğer yarısı da insanlardan kaçmaktır, demişti. Üçüncüsü de eski bir iş arkadaşımdı. Cevabı: Of be Celal ne kadar sıkıcı bir adamsın, olmuştu.
Cevapların üçü de beni tatmin etmemişti. Günlerce bu mesele üzerine düşündükten sonra şunu fark etmiştim ki, dünyadan, insanlardan uzak durmamın temelinde onları değil, kendimi küçümsemem yatmaktaydı. Biliyorum ki insanlara ne kadar eleştiri oklarımı atsam da kendime her zaman mızrağı saplamışımdır.
Yahyâ, çocukluğum beni sürekli çağırıyor. Şartlar ise beni o safiyetimden uzaklaştırıyor ve sadece o çocukluk hatıraları ile yaşamaya icbar ediyor. Hayâl meyal de olsa bazıları zihnimden silinmiyor. Henüz altı yedi yaşlarımda iken köy odasında oturuyorduk. Bütün adamların yüzü toprak rengine dönmüştü. İçlerinden en yaşlı olanı konuşmaya başladı: “Bu yıl hiç yağmur yağmadı, ekinler tarlada kaldı, otlar sarardı, davar, sığır telef olacak.” Köyün imamı, yağmur duasını çıkmayı teklif etti. Küçükken hep hoca olmayı hayâl ederdim. Hocaya özenip sarık takar, cüppe giyerdim. Onun ağzından çıkan her cümle benim için yeni bir bilgiydi. Yağmur duasını da birçok şey gibi ilk defa ondan duymuştum. Nasıl bir şey olduğunu çok merak ediyordum. Bir yandan Allah’ım, lütfen bu teklif kabul etsinler, diye dua ediyor, bir yandan da insanların ağzından çıkacak bir kelimeye bakıyordum. Hiç kimse bu teklife itiraz etmedi. Köyün muhtarı, gençleri çevre köylere haber salmakla görevlendirdi. Yarın, cuma günü bütün köylüler Haçat (orijinali Hacet) Kayası’ndaki düzlükte toplanacaktı.
Yatsı namazını kılmış eve dönerken, dedeme, Hacet Kayası ne demek, niçin oraya bu ismi vermişler diye sordum. Orada edilen dualar, istekler daha çabuk kabul edilir, diye cevap verdi. İçimdeki heyecan geçmek bilmiyordu. İlk defa sobanın yanında sızıp kalmamıştım. Sabaha kadar da hiç uyumadım. Sabahleyin en güzel elbiselerimi giymiştim. Dedem ve köylüler ise yırtık pırtık, en eski elbiselerini giymişlerdi. Sanki her biri bir dilenciydi.
Hacet Kayası’nın alt tarafındaki düzlük beş futbol sahasından daha büyüktü. Çevre köylüler de toplanmış, aşırı bir kalabalık olmuştu. Koca kazanlarda yemekler yapılmış, herkese ziyafet çekilmişti. Ardından iki rekât namaz kıldık. Hoca, duaya başlamadan önce bütün çocukları ön safa çağırdı. Koşarak ilk ben gittim. Peşimden gelen çocuklarla düzgün bir sıra yapıp oturduk. Bebekleri annelerinden ayırdılar. O dümdüz ova bebek ağlamaları ile dolmuştu. Önümüzde köyün hocası, ihtiyarları, arkamızda ise köylüler vardı. Hoca ellerini omuzlarına kadar kaldırdı sonra da avuç içlerini ters çevirip yere bakar hale getirdi ve etmeye başladı. Biz çocuklar sesimiz çıktığı kadar “Amiiiiinn” diye bağırırken, kadınlardan belli belirsiz bir “Âmin” sesi duyulmuştu.
Dua bitmişti ama gökyüzü hâlâ masmaviydi. Yağmurun yağacağından ben hariç kimsenin şüphesi yok gibiydi. Biz köye yaklaştıkça, hiç olmayan bulutlar ortaya çıktı. Şimşek çakmaya, gök gürlemeye başladı. Bulutlar üstümüze doğru geldikçe, dedemin yüzünde güneş açıyordu. Dedemin yüzüne bakan nenemin yüzü ay gibi parlıyordu. Ve öyle bir yağmur başladı ki herkes havuza düşmüş gibi sırılsıklam ıslandı. Bu yağmurla birlikte ekinlerin başakları göğe doğru yükselirken, ben de büyümeye başlıyordum. Dileğim sen de bir kez olsun yağmur duasına çıkarsın ve sen de en az bir kez o rahmetten istifade edersin.
Anlatacağım bir sürü şey birikti yine. Seni hatıralarımla boğmak istemiyorum ama Mimar Burhan hakkında birkaç söz etmeden bu mektup biteceğe benzemiyor. Bu ağabeyimiz üniversitede okurken tanışıp âşık olduğu ve birlikte birçok zorlukları aştığı kızdan ayrılmak zorunda kalır. Aradan fazla bir süre geçmeden kızın evlendiği haberini alır ve o günün akşamında şantiyede işçilere pilav yaptırıp dağıtır ve hepsinden onun mutluluğu için dua etmesini ister. Bu hadiseyi anlattıktan sonra söylediği söz hiç aklımdan çıkmaz: “İnsan sevip ayrıldıktan sonra sevdiğinin ardından beddua ediyor, kem söz söylüyor, kötülüğünü istiyorsa, bil ki o gerçek sevgi değildir. Gerçekten seven sevdiğinin kötülüğünü istemez, isteyemez.”
Biliyorum sözü uzattım. Yahyâ, senden ricam odur ki, senin ilmin başkalarının cahilliğinden doğan bir kaza olmasın ve her zaman salihlerle birlikte ol. Eğer bunları gücün yetmezse onların hayatını oku. Karşılaştığım, tanıştığım gerçek ilim ehlinden duyduğum budur. Her yazdığımı unutsan da son söylediklerim yol arkadaşın olsun.
Celal Kuru