Son Mektup

Sevgilim,

Mektubuma nasıl başlamam gerektiği üzerinde uzunca bir zaman düşündüm. Aslına bakarsan böyle bir mektubu kaleme alma meselesini de çok tartıştım içimde. Demem o ki, şu an elinde tuttuğun sayfaları yazmak, benim açımdan oldukça emek ve uğraş gerektirdi. Kurgu ürünü bir kahramanın derinliklerine inmek olsaydı mesele, kendimce ölçer, biçer, tartar, kelimelere dökerdim. Gel gör ki başka “Bir”inin kurgusunda bir karakter olarak bunu kendim için yapmam, takdir edersin, birçok güçlüğü beraberinde getiriyor. Öncelikle bunu bilmeni isterim.

Tutkum,

Uzun zamandır Kafka’nın Dönüşüm’ünde anlatılan durumun tersi üzerine kafa yoruyorum. Buna göre; bir böcek, bir sabah topraktaki yuvasının yanında kendini, yere boylu boyunca uzanmış dev bir insan olarak bulur. Fiziksel olarak hemcinsleri ile yaşamasının imkânsızlığı üzerine, dönüştüğü tür olan insanların arasına karışmak durumunda kalır. Sonuçta, bu dünyada yadırganmayacağı açık… En azından dış görünüşüyle… “Ne alaka?” diyeceksin tam da burada, biliyorum ancak sana söylemek ve açıklamak niyetinde olduğum durum gereği bunun, iyi bir başlangıç olduğu kanaatindeyim. Şimdi biraz düşünmeni istiyorum bu eski böcek, yeni insan türü üzerine. Nasıl yaşar insanlar arasında? Tek derdi çıplaklığı olmaz sanırım. Zira bunu kısa sürede bir şekilde halledebilir diye düşünüyorum. Ya sonraki günler? Sonuçta o, her ne kadar bir insan gibi görünse de hakikatte bir böcek. Görüntümüzden ibaret olduğumuzu söyleyemezsin, değil mi?

Bunu güzelce masaya yatırdıktan sonra sana, asıl içinde bulunduğum durumu daha açık bir şekilde özetleyen şu misali vereceğim ve tekrar düşünmeni rica edeceğim. Hatırlıyor musun, bir yaz günü küçük bir kasabada gözlerden ırak geçirdiğimiz o günlerde, pansiyonumuzun bahçesinde koşuşturan tavşanlar vardı. Sen, sık sık bu tavşanların neden bu kadar dikkatimi çektiğini sorup durmuştun. Bense geçiştirmiştim acemice. Hâlbuki böylesi bir mektup yazma fikri tâ o günlerde düşmüştü aklıma ve suskunluğum bundandı. İlham perim ise Cortázar olmuştu. Biliyorum, Büyülü Gerçekçilik’ten oldun olası nefret edersin ancak ben, zamanımızın karmaşık ruh geçişlerini ancak bu anlatımda netliğe kavuşturabiliyorum.

Paris’teki Bir Genç Hanıma Mektup öyküsünü okuduğumda, içimde bir ayaklanma başlatan hislerimle mücadele edecek güce sahip değildim. Zira bu mektup, alışıldığın dışında bir itirafla öyle keskin noktalara temas ediyordu ki… Anlatıcı, kimselerin bilmediği bir sırrını ifşa ediyor, tavşan kustuğundan bahsediyordu. Kustuğu tavşanları nasıl öldürmeye kıyamadığını, sağdan soldan tüylerini ayıklamak zorunda kaldığını, artık bunun dayanılmaz bir hal aldığını, çünkü son zamanlarda kusma eyleminin giderek arttığını tüm çıplaklığıyla anlatıyordu. İşte bu açıdan Gregor Samsa’nın tersinden bana daha yakın gelen durum, bu öyküdeki halin ifadesidir.

Güzelim,

Lafı uzatma noktasında ne kadar hastalıklı olduğumu bilirsin. Kısa kesiyor, sadede geliyorum. Sana zulmediyorum. Evet, hayatın olacak yerde durmadan hayal kırıklığın oluyorum ve bunun ardı arkası kesilmiyor. Artık gerçekçi olmam gerek. Benden tiksineceğini ya da korkacağını bilmek pahasına hem de… Çünkü ben, kedimi dahi hayal kırıklığına uğratabilmek gibi acınası bir yetenekle lânetlemiş durumdayım. “Kedimi” mi dedim? Olsun, bir harfin eksikliği bir hakikate kapı aralayabiliyor bazen. Zira kendimi, bir kedi olarak fehmettiğimi bilirsin. Bilmediğin şey, bunun ne manada olduğu… Necip Fazıl’ın kendi deyimiyle o “müthiş” betimlemesindeki kedi tasviridir kastım: “…Genç Şair (kendisi), bunları düşünürken, birden, bir tıkırtı işitti. Baktı ve tüyleri diken diken oldu: Bir kedi, karyolanın altına sokulmuş, çanak içinden hastanın (Peyami Safa’nın annesi) pıhtılı kanını yalıyor! Kedi, yediği tekmenin arkasından ağzı ve bıyıkları kan damlalariyle boncuklu, kapıya doğru koştu.” Kendi kanını emen bir kedi hayal et tam burada. Yaptığı ürpertici şeye karşılık kendinden, kendi kıçına attığı bir tekme marifetiyle kurtulmaya çalışan… Yirmi yılı aşkın bir zaman diliminde geçmişime şöyle bir baktığımda bu minvalde o kadar çok örnek geliyor ki aklıma; utanıyorum. Fakat sen, bambaşka bir sayfa olacaktın. En azından ben, bu hikayeye böyle başlamıştım.

Koca bir yıl devirdik seninle. Ve böylesi ilkti benim için. Bu zaman zarfında senle iyileşmek, normalleşmek diledim. N’olur, arabesk gelmesin sana bu sözlerim. Böyle göründüğünden eminim ancak temelde girift bir felsefesi var meselenin. Hem de Camus’yü haklı çıkaracak cinsten: “Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çabalar sarf ettiğini kimseler fark etmiyor.” Bilemezsin, bir aile babası normalliğinde olmayı içten içe nasıl dilendim. Gelgelelim, sen, dünyada hiçbir insanın veremeyeceği kadar aşkın bir sevgiyle öylesine sardın ki beni, bu bende ne yapacağını bilememe, bir tür şaşkınlık hâline evrildi. Sonra içimde saflaştın, berraklaştın, duruldun ve öyle bir pürüzsüzleştin ki dünyada hiçbir aynanın gösteremeyeceğini gösteren bir ayna oldun. Öylesine kademeli ve zamana bağlı oldu ki bu… İlk günlerde baştan ayağa seni görüyordum sana baktığımda. Nasıl da utangaç, pür ve katıksızdın… Bakışlarını, uçuşan kelebeklerin zarafetinde kaçırırdın. Öyle masalsı gelirdi ki bu hâlin… Bir keresinde hatırlarsın, bulutlu bir gecesin sen, demiştin bana. Ben de sana, seni, dağ eteklerinde oynaşan yılkılara benzettiğimi söylemiştim. Neden, diye sormuştun o zaman. Nedeni bende saklı kalabilirdi. Ancak nihayetsiz bir şekilde kalabalıktın içimde. Deyivermiştim işte: “Çünkü hiçbir hayvan yoktur ki onun kadar kuvvetli ve asil olsun; o denli ürkek ve hassasken…”

Zengindik. Çünkü bana baktığında sadece beni görüyor, bana dair anlamlar bitirip, büyütüp, hasat ediyor; ben de sana bakınca seni görüyor; imge, şey ve kavramların, hislerimiz karşısındaki kısırlığına bakıp acıyorduk onlara. Şimdi… İşte şimdi sana baktığımda kendimi görüyorum. Hem de en berbat çıplaklığımla…

Ruhumun aynası!

Gördüğüm yansımam öylesine tiksindiriyor ki artık beni… Ancak bir yolla soğur içim… Ben; nefsine, nefsinin hoşuna giden bir savaş açmış acınası dervişin çıkmazındayım. Keşke kader seni karşıma çıkarmazdan evvel beni sana hazırlayacak bir eğitimin huzurunda diz büktürseydi de iç dünyamın tüm çelişki, çekişme ve çeldirmelerini, keskin sirkeliğimi ıslah edip sana öyle gelseydim. Bilsen bunu ne çok isterdim. Ama işte… Sert ile yumuşağı, basit ile karmaşığı aynı yerde bulundurma gibi bir niteliği var varlığın. Doğada düzen denen şey, insanın doğasında takıntı halini alıyor bazen…

Ne tuhaf! İç dünyamı dışımdan daha net gösterebilen ayna olman, beni ancak aklın ötesinde sevmene bağlıydı. Fakat şu an, senin beni bu durumda görmeni kabullenemeyecek bir kapandayım. Hâlbuki asıl yüzümü maskelemekte o kadar hüner kazanmıştım ki… Belki tavşan kusmuyorum. Sonradan insan olan bir böcek de değilim; ancak göründüğüm şey olmadığım kesin… İşte bu belirsizliktir beni çıldırtan. Neyim? Kimim? Belirsizlik… Ne’liğimin düğümlendiği düşkünlük hali! Netliğe kavuşturarak boğmak istediğimiz şey. Bir yandan da varlığıyla bizi kendine çeken etkileyici oluşum… Biliyorum, yaptığım şeyi bencilce bulacaksın. Bana kızacak, öfke kusacaksın. Hayatım bir film şeridi gibi… Klişe değil, hakikatmiş meğer.

Sevgilim,

Şimdi benim için kalemi bırakma vakti. Senin için de yas; ama her halükarda yeni bir hayat… Derin bir uykuya dalmalıyım krize girmeden önce. Evet, bunun en acısız yoldan olması için elimden geleni yapıyor, yine yüzleşmekten kaçıyorum. Geç bile kaldım. Midemde bulantı başladı bile. Hoşça kal… Güle Güle…

Cüneyt Dal

Resim: Lindsey Carr

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Böcek , 31/07/2019

    “Gülümse
    Göğsünden bir güvercin salar gibi”

    -Pembe bir hikâye değil bahsettiğim, insanın kalbi, bahar olabilir.-

    “Öyle bir devim ki, ben, hakikatte pireyim,
    Bir delik gösterin de, utancımdan gireyim…”

    “Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette”

    “Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık;
    Anla ki, yok Allah’tan başkasıyla yakınlık…”
    
    Ve pembe bir hikâye değil bahsettiğim, çiçekli bir pencere, evin içerisinde kandil, her yer loş, belki bulutlu bir gece yahut karlı bir akşam, görünen hep bahar olabilir.. Herkes ve her yer hep aydınlık olabilir..

    -Bugün otobüste iki yaşlı amca konuşuyorlardı. Biri diğerine, “ne yapsınlar sabah çalışıyorlar, akşam eve dönüyorlar çocuklarla bir işimiz kalmadı artık. Komşu olduk” dedi.-

  • Cüneytiacz , 29/07/2019

    Cüneyt abi…
    Yarın çaykolik’e gelir misin?

    Lütfen…

    • işte ben hep böyle , 14/09/2020

      mektup beni özellikle de sonlara doğru epey etkilemişken üstüne bir de bu yorum hoş mu şimdi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir