Bu son mektubum Didem, yani son mâsiyetim. Son mektubumda sana birçok masal anlattım, birçok hikâye… Ama aslında hep seni anlattım. Belki de beni… Hem insan anlatılabilen bir şey ama anlaşılmayan. Sakın masalların dünyasına girip asıl anlatmak istediğimi ıskalama. İnsan istediği zaman körleşebiliyor biliyorsun. Sen körleşme…
1. Gün: Şehvet Taşlı Kuyu
Bir varmış bir yokmuş, kimsenin bilmediği bir şehirde bir masal anlatıcısı varmış. Bu masal anlatıcısı her gün kendini dinleyenlere yeni bir masal anlatırmış ama anlattığı aslında hep aynı masalın farklı versiyonlarından ibaretmiş. Bu durumun farkına varmayan dinleyiciler ilgiyle masalı dinler ve her yeni gün yeni bir masal dinleme iştiyakı duyarlarmış.
Bu masal anlatıcısı bir gün bir kuyu hikâyesi anlatmış. Bu kuyu öyle bir kuyuymuş ki suyundan içenler ömür boyu acı duymadıkları gibi şehvetlerinden de arınıyorlarmış. Bu sebeple insanlar bu suya ilgi duymuyor ve şehvetlerinden olmak istemiyorlarmış. Çünkü şehvetleri yani arzuları onları hayata bağlıyormuş.
Bu suyu içenler ise dünyadan el etek çekiyor ve sessizleşiyormuş. Hatta bu sudan içen evli insanlar, çoluk çocuklarını bile terk edip çölde yaşamaya başlıyormuş. Bu sebeple başta kadınlar olmak üzere kuyunun pek çok düşmanı olmuş. Kadınlar arasında sürekli bu kuyu konuşuluyor ve bir çare aranıyormuş. Sonunda kuyuyu taşla doldurmaya karar vermişler.
O gecenin sabahında kadınlar kuyunun kenarına gelip topladıkları taşları içine atmaya başlamış. Fakat her bir taş atılınca bu kuyudan içenlerden bir kişi ölüyormuş. Ama taş atanlar bunun farkında değilmiş. Çünkü kuyudan su içenlerin hiç biri şehirde yaşamıyormuş. Sonunda kuyu taşla dolmuş. Kadınlar ise evlerine dönmüş ve kocaların geri gelmesini beklemeye başlamışlar. Çünkü eğer o kuyu yok olursa eşleri de geri döner diye umut ediyorlarmış. Günler günleri, aylar ayları kovalamış ama gelen sadece kocalarının cansız bedeniymiş. Sudan için en son erkeğin cansız bedeni de köye geldiğinde kadınların yüzüne kara bir bulut çökmüş. Köyde artık gülme sesi duyulmaz olmuş ve çocuklar birbirleriyle oyun oynamayı kesmiş. Derken bu köye bir bilge uğramış. Köyün girişinde yaşlı bir kadın oturuyormuş. Yaşlı kadının yanına yaklaşıp önce ismini sormuş bilge adam. Didem ismini duyduğunda ise önce irkilmiş ve sonra kendini toplayıp köyün düştüğü durumun sebebini sormuş. Durumu öğrenince ise değil yemek bir yudum su bile içmeden köyden kaçmaya başlamış ve giderken şöyle bağırıyormuş: “Kuyuyu şehvetleri ile dolduran kadınlar, kuyuyu şehvetleri ile dolduran kadınlar…” Zamanla bu köye “Şehvet Taşlı Köy” denmeye başlanmış. Ve hikâyesi dilden dile yayılmış.
2. Gün: Sille
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı hikâyedir.
Bin üç yüzlü yıllarda Buhara’da Şah-ı Nakşibend adında büyük bir Allah dostu yaşarmış. Ârif ve âlim olan bu zât, bir gün sohbetinde aşk makamından bahsetmiş, dinleyenlerin gönlünü agâh etmiş ve her dinleyenin gönlünde âşıklık ihtirası oluşmuş. Bu hal ile sohbet meclisinden çıkan bir mürit Kasr-ı Ârifan’da yaşayan çok güzel bir kadına âşık olmuş. Her türlü günaha tövbe etmiş olan bu mürit kendine bir türlü hâkim olamamış ve en son bu kadınla tenha bir yerde buluşmuş. Buluşmuş çünkü bu aşk müridin aklını başından almış. Tam mürit, kadını bağrına basmak üzere iken aralarına bir el girmiş ve kadın bir tarafa mürit ise diğer tarafa yıkılmış. Tekrar ayağa kalkıp, tekrar kadına sarılmak isteyen mürit bu sefer daha ağır bir sille yemiş ve arka üstü düşmüş. Fakat şehvetten kudurmuş bir halde olan mürit tekrar kalkıp sevdiğini kucaklamak istediğinde aynı el ikisini birden yere çarpmış. O zaman aklı başına gelen mürit oradan hemen kaçmış ve derhal Şah-ı Nakşibend hazretlerinin huzuruna gelmiş. Şah-ı Nakşibend ona “Sillemi gördün ya? Eğer müdahale etmesem ne kadar iğrenç bir vaziyete düşecektin.” demiş. Bu söz üzerine mürid şeyhinden kendisinden aşk halini almasını ve ıslah etmesini rica etmiş. Ol vakit ricası kabul edilmiş ve o günden itibaren şehvet duymaz biri olmuş.
3. Gün: Lâl
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcının anlattığı masaldır.
Çok çok eski zamanlarda sevdiği kadını inkâr etmek isteyen bir âşık varmış. Bu âşık her sabah aynı güne gözlerini açar ve gece oluncaya kadar Didem’i sevmediğini şehre haykırırmış. Bu haykırmaları sonucu zamanla sesi kısılmış ve en son lâl olmuş.
4. Gün: Tuzak Güzellik
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
İki binli yılların Beyrut’unda yaşayan ve ismi Didem olan genç bir kadın varmış. Bu kadın, her gün bir erkek öldürerek hayata tutunurmuş. Güzelliği dillere destan olan Didem’in gamzesinde intihar eden erkeklerin sayısı dahi bilinmiyormuş. Güzelliğini tuzak olarak kullanan Didem’in erkekleri öldürdüğü biliniyor ama yine de erkekler onun bir bakışına hedef olabilmek için güle oynaya ölüme koşuyorlarmış. Didem ise her öldürdüğü erkeğin ardından tek bir damla gözyaşı döküyor ve gerçek âşık, abdesti gözyaşıyla alır deyip yeni günü yani yeni bir erkek öldüreceği günü özlemle çekiyormuş. İşte bu Didem tuzağına düşürdüğü bir genci tam öldürecekken genç sana tek bir cümle söylemeliyim sonra yine beni öldürebilirsin demiş ve Didem’e bakarak dilinden şu cümle dökülmüş: “Sen her erkekte sadece onu öldürüyorsun ama bunu bilmek istemiyorsun.” Didem bu cümleyi duyar duymaz kılıcıyla gencin boynunu hemencecik vurmuş ve yeni bir gün için evine doğru yol almış.
5. Gün: Âşık Yoksa Güzel de Yoktur
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
Çok çok eski zamanlara gitmeye gerek yok. Bize çok yakın zamanlarda bir halk ozanı varmış. Yedi yaşında geçirdiği çiçek hastalığı sonucunda sol gözünü, bir kaza sonucu ise sağ gözünü kaybeden bu Anadolu bilgesinin bir şiiri şöyleymiş: “Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa. / Eğlenecek yer bulaman / Gönlümdeki köşk olmasa” Güzellik felsefesini çok veciz anlatan bu şiiri okuyan bir filozof şiire şöyle bir şerh düşmüş: “Güzelliğin karşıtı çirkinliktir ve bunlar estetiğin ana kavramlarıdır. Güzeli güzel kılan güzeli gören gözdür. Yani estetik yargısı özneldir. O halde soralım güzelliğin asıl sahibi kimdir? Güzelin kendisi mi yoksa güzeli gören mi? Bu sorunun cevabını ozan, “güzelliğin on para etmez” ifadesiyle veriyor. Güzelliğin tek başına bir anlamı olmadığını ifade eden ozan, güzelin güzelliğinin ancak başka gözler devreye girdiğinde değerli olduğunu söylemek istiyor. Fakat bu gözlerden kasıt ise aşığın kalbidir. Yani Kâbe… Buradan şu sonuca da gidebiliriz, güzelin değerini sadece âşık bilir ve güzel, âşık yoksa bir hiçtir. Güzelliğin tartıldığı yani değerinin belirlendiği yer ise kalptir.” İşte şiire yazılan bu şerhi yıllar sonra okuyan Didem, hemen aynanın karşısına geçmiş ve şöyle demiş: “Hıhh! Halt etmiş bu ozan ve bu ozanı şerh eden. Benim güzelliğim özümden gelir, başkasından değil. Ben çok güzelim kanıtım da bu ayna” demiş. Tam bu anda ayna nedense çatlamış ve Didem’in yüzünde aynı anda bir çizik oluşmuş. Aynanın çatlayan yerinde ise Dorian Gray’in yaşlı yüzü bir an gözükmüş…
6. Gün: Dorian Gray
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
Bin sekiz yüz ellili yıllarda yaşamış olan Oscar Wilde, Victoria döneminin en başarılı yazarlarındanmış. Bu yazarın yayımlanmış tek romanı olan “Dorian Gray’in Portresi” 1891 yılında yayımlanmış. Romanda anlatılan Dorian Gray çok yakışıklıymış. Yaşlanacağını ve yakışıklılığını kaybedeceğini düşünen Gray çare aramaya başlamış. Bu arada ünlü ressam Basil Hallward’a modellik yapan Gray, kendisinin yerine bir ömür resminin yaşlanmasını istemiş ve dileği gerçekleşmiş. Bundan sonra Dorian Gray her günah işlediğinde, bu günahın izi olarak portresi yaşlanmış ve çirkinleşmiş. Dorian ise heyecanı ve aksiyonu günahta bulmaya başlamış. Yapmadığı rezillik kalmamış. Fakat günahların kendini körleştirdiğinin farkında olmayan Dorian resme baktıkça ruhunun ölmüş olacağından korkmaya başlamış.
Bu roman, yazıldıktan yüz yirmi beş yıl sonra ismi Didem olan ve çirkinliği dillere destan bir kadının eline geçmiş. Olacak ya kitabı okurken o da Dorian gibi bir dilek dilemiş: Ben her günah işlediğimde güzelleşeyim ama kalbim çirkinleşsin. Dileği kabul olan Didem günden güne güzelleşmeye başlamış. Güzelliğini arttırmak içinse her gün daha fazla günah işliyormuş. İşlediği günahın büyüklüğü oranında güzelliği arttığı için her geçen gün daha büyük günahlar işlemeye başlamış. En son sevdiği erkeğin kalbini yerken görüldüğünde “Ben çok güzelim!” diyormuş.
7. Gün: Çekiç Darbeleri
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı hikâyedir.
Semazen aşkın sırrı etrafında dönmeye devam ediyordu. Döndükçe bulunduğu yerden öteler ötesine geçiyor ve kâinatı kucaklıyordu. Âlem kendi dilinde zikir halindeydi ve semazen bu zikre katılmış, cuş u huruşa gelmişti. BedenindeN çıkıp vecde gelerek faniliğinin içinden geçen dervişin bir zaman sonra dönmesi yavaşladı. Kâinatın dansı olan semanın bitmesiyle semazen usulca dergâhtan çıktı. Kalbinde atomun yapısı hakkında ilginç tedailer doğuyordu. Yürürken atomdaki tevhidi fark etti. Bir an durdu ve yere bakmaya başladı. Sonra sessizce yürümeye devam etti. Sanki hiçbir toz zerreciğine bile basmak istemiyor gibiydi. Aklına piri Mevlana hazretleri geldi. Kuyumcular çarşısından geçerken çekiçlerden gelen tak tak seslerinin güzelliğinden dönmeye başlayan Mevlana… Ve kuyumcu Şeyh Selâhaddin’in Mevlana hazretlerinin ayağına kapanıp kendinden geçmesi… Sonrasında ise Şeyh Selâhaddin’in dilinden şu cümleler çıkmıştı çıraklarına: “Mevlâna semâdan çekilinceye kadar altın varakları parça parça ve lime lime olsa da hiç durmadan çekiç vurun.” Derken bir hal olmuştu şeyhe. Dükkânının altın yapraklarıyla dolduğunu ve çekiç vuran çıraklarının bütün aletlerinin altına dönüştüğünü görmüştü. Bir anda üzerindeki elbiseleri yırtıp, etraftakilerden tüm dükkânını yağma etmelerini istemişti. Kalbinde zerre miktarı dünya sevgisi kalmamıştı.
Semazen bunları düşünürken bir an o çekiç seslerini duyar gibi oldu. Çekiçler sanki altın yapraklarını değil kendi ben’ini dövüyordu. Bu arada evinin kapısına da gelmişti. Anahtarıyla kapıyı açıp içeri girdi. Önce Bismillah dedi… Sonra ağzından çıkan çok hafif bir nida evin sessizliğine hiç etki etmemişti: “Ah Didem!”
8. Gün: Kalbi Donmuş İnsanlar
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı hikâyedir.
Horasan erenlerinden Ahmed Eflâkî Dede, Mevlana hazretlerinin oğlu Sultan Veled’in oğlu Ârif Çelebi’nin emri üzerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevî tarikatı hakkında bilgilerin bulunduğu Menâkıbü’l-Ârifîn kitabını yazdığında tarih 1318 yılını gösteriyordu. Tam 698 yıl sonra Menâkıbü’l-Ârifîn kitabını eline alan bir derviş şu satırlarla karşılaşmıştı: “Sonbaharın sonları ve kışın başlarında idi. Bir gün Mevlâna hazretleri benim bostan dolabına teşrif etmişlerdi. O günlerde sular donmaya başlamıştı. Mevlâna hazretlerini çıkarıp havuza girdi ve orada bir hayli gecikti. Huzurum kaçtı, onun arkasından dışarı çıktım; onun havuza girip oluğun altında oturduğunu, mübarek başına suyun aktığını ve gırtlağına kadar soğuk suya gömüldüğünü gördüm. Böylece üç gün üç gece orada kaldı. Kimsenin ‘Niçin ve nasıl böyle yapıyorsun’ demeye cesareti yoktu. Zavallı ben, (bu hali görünce) kendimden geçtiğimden ve kalbim parça parça olduğundan feryat edip elbiselerimi yırttım ve ona: ‘Aman! Bu mevsimde soğuk su zararlıdır. Mübarek vücudunuz çok zayıf ve nazik olduğu için, soğuğun tesir etmesinden korkuyorum’ dedim. Mevlâna: ‘Soğuk, kalbi donmuş insanlara tesir eder. Allah erlerine değil’ buyurdu ve hemen dışarı çıkıp semâya başladı. Dokuz gün ve gece bir an bile durup dinlenmedi ve uyumadı. Daima sırlar ve gazeller söyledi.”
Kitabı kapattığında nedense aklına Didem gelmişti. Didem’in donmuş kalbi… Sonra bu nasıl dervişlik hâlâ mı Didem’i düşünüyorsun diye göğsünü dövmeye başladı derviş. Bir zaman sonra çaresiz yere yığıldı. Yere yığıldığında kitabın da yere düşmüş olduğunu fark etti. Kitabı eline aldı ve açılmış sayfayı okumaya başladı: “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”
9. Gün: Aşk Körlüğü
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
Her şey bin dokuz yüzlü yılların sonunda oldu. Küçük ve sevimli bir evde Didem adında bir kız çocuğu dünyaya geldi o tarihte. Doğar doğmaz hiç ağlamayan bu küçük kızın büyüyünce dökmediği o yaşları başkalarına döktüreceğini ne annesi ne de babası anlamıştı. Gerçeği tek anlayan ise güngörmüş ebesiydi. Didem’i kucağına alan ebe şaşırmış bir ifadeyle Didem’in yüzüne bakakaldı. Sonra istemeye istemeye bebeği annesinin kucağına verdi. Şefkatle bakan annesi Didem’in yüzündeki o ifadeyi elbette göremezdi. Göremezdi çünkü sevgi demek körlük demekti.
10. Gün: Sesi Kaçan Erkekler
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
Kendini hatırlamak için başkasına ihtiyaç duyan bir kadın yaşarmış yakın bir devirde. Bu kadın ki ismi Didem’miş, her gün çarşıya iner ve ses kayıt cihazıyla insanların konuşmalarını gizlice kaydedermiş. Eve geldiğinde ise kaydettiği sesleri dinleyip beğendiği erkek seslerini bir kutuya hapsedermiş. Didem’in sesleri hapsetmesinden sonra o kişi bir daha hiç konuşamaz ve bunun sebebini ise bilmezmiş. Gel zaman git zaman sesi kesilen erkeklerin sayısı arttıkça artmış. Şehrin her yanı sesi kaçmış erkeklerle dolmuş. Şehir her geçen gün sessizleşiyor ve sadece kadınların sesleri duyuluyormuş. Duyulan sesler de erkeklerine ağlayan kadınların sesleriymiş. Ama Didem’in en sevmediği ses de buymuş. Yani ağlayan kadın sesi. Bu seslere dayanamayan Didem artık çarşıya çıktığında kadınların da sesini kaydetmeye başlamış ama eve gelince sesin güzel olup olmadığına bakmadan her sesi kutusuna hapsediyormuş. Sonuçta şehirde ses hepten kesilmiş. Artık erkeğine ağlayan kadınlar da ağlayamıyormuş.
11. Gün: Söz Öldürür
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
Gecenin bir yarısı bir mahkûm hapishaneden salıverilmiş. Mahkûm salıverilmiş ama neden salıverildiğini bilmiyormuş. Normalde ömür boyu hapse mahkûmmuş. İşte bu mahkûm salındığı gece nereye gittiğini bilmediği halde yürürken karşısına bir kadın çıkmış. Kadının bir elinde şarap diğer elinde ise su varmış. İki elini bu mahkûma gösterip “Hangisini seçiyorsun?” demiş ve eklemiş “Unutma söz öldürür!” Mahkûm hiç düşünmeden şarabı işaret etmiş ve bir çırpıda kadının elinden alıp içmeye başlamış. Kadın ise müstehzi bir ifadeyle “Hepiniz aynısınız, hep bedenimi gördünüz ama ruhumu hiç görmediniz” deyip belinden çıkardığı silahı kafasına dayamış ve tetiğe basmış. Gayet donuk bir ifadeyle yerde yatan kadına bakan mahkûm; “Bedenden ruha yol vardı hâlbuki” deyip yoluna devam etmiş.
12. Gün: Benden Çok Nasıl Seversin?
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığıdır.
Adam, “Bu son günahım Didem” diye inledi. Ses tavana çarpıp evin içini dolaşmaya başladığında Didem olduğu yere çökmüş hınçla adama bakıyordu. Sonra “Bu benim ahım, Mecnun’un ahından fazladır” dedi. Siniri her geçen an artıyor, yüzü kıpkırmızı kesiliyordu. “Ne istedin de vermedim?” dedi sonra, sonra “İşte varlığım, işte görüyorsun, sana dönmüş” diye de ekledi. Didem çöktüğü yerde gözünü hiç kaçırmadan adama bakıyordu. Cevap vermeye hiç niyeti yokmuş gibiydi. Bu sessizlik adamı daha da delirtti. “Ne kaybettiysen bende bulmadın mı? Ne unuttuysan sana hatırlatmadım mı? Sana, seni göstermek için ayna olmadım mı?” diye sorularına devam etti adam. Didem hafifçe ağzını açtı, adam bir şey söyleyecek sandı ama Didem hemen dudaklarını kapattı. Yumruğunu sıkmıştı. Neden sonra Didem birden konuşmaya başladı: “Evet ne istediysem verdin, evet bana ayna oldun, evet, evet, evet. Bütün bunlara evet ama sen hep benim istediğim oldun. Benim uğruna kendinden oldun. Ve bu sayede benden çok sen sevdin. İşte tek mesele de bu. Benden çok nasıl seversin?” Adam duvara yaslandı önce, sanki duyduklarına inanamıyordu. Yüzü hepten değişmiş, kızgınlığın yerine sükût-u hayal ve şaşkınlık gelip oturmuştu. Kendini toplamaya çalıştı adam ama ayaklarında adım atacak güç kalmamıştı. Son bir atakla kapıya doğru yöneldi. Arkasına baktı sanki söylenecek bir söz kalmış gibi. Ama o da biliyordu sözün öldürdüğünü, Didem’de. Kapıdan çıktığında Didem gözlerini tavana dikmiş “Benden fazla nasıl sevdin!” diye bağırıyordu.
13. Gün: Umut Büyütmek
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
Hayatla arasındaki bağ, küçük ilmeklerden ibaret olan bir derviş yaşarmış bir zamanlar. Bu dervişin tek derdi umut büyütmekmiş. Bu sebeple her gün deniz kenarına gider, gün boyu gözlerinden akıttığı umudu denize eker ve ektiği umudun çiçek vermesini beklermiş. Yıllar yılı umutla umut eken bu derviş, bir gün yine deniz kenarındayken acaba denize umudumu değil de kendimi mi eksem diye düşünmeye başlamış. İyiliğin hemen, kötülüğün ise düşünerek yapıldığını bilen derviş hemen denizin dalgalı sularına kendini bırakıvermiş. Denize batar batmaz küçük tatlı balıklar karşılamış dervişi. “Hayırdır derviş” demişler “denizde ne arıyorsun?” Derviş elinde sadece umudunun olduğunu ve bu umudu büyütmekten başka bir amacı olmadığını, bu sebeple yıllardır denize umudunu ektiğini ve en son ise kendini denizin soğuk sularına bıraktığını söylemiş. Tatlı küçük balık dervişe bakıp “ Umudun dîdebanı yani gözleyicisi olan bir zaman sonra kendi umudunu doğurur” demiş. Dervişse yavaş yavaş dibe yani umuda batıyormuş.
14. Gün: Kuyu Gerçeği
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının anlattığı masaldır.
Delilik kuyusunun önünde durdu. Önce sağına sonra soluna baktı. Kuyuya inmek için bir dost arıyordu gözleri. Gerçi aramanın nafile olduğunu biliyordu. Çünkü kuyuya yalnız inilirdi. Şimdi yanında Didem bile olsa yine de kuyuya yalnız inecekti. Didem deyince içinde masmavi bir boşluk oluştu bir anda. Asi şiirler içinin ovalarında koşmaya başladı. Dizginlenmemiş mısralar dağlarını dövdü de dövdü. Neden sonra kuyunun başında olduğunu hatırladı. Kuyunun içine uzanan ve sonu gözükmeyen ipe tutundu ve yavaş yavaş aşağı inmeye başladı. Bismillah dedi ipi ilk tuttuğunda. Ya ip kısaysa ya da kuyu derinse ne yaparım diye düşünmek istemedi. Kuyu her an daha da karanlık oluyordu. Sessizce ama korkuyla ipe sarılmış aşağı inmeye devam ediyordu. Bir ara durdu nedense. Yukarı baktı, göğü görüyordu, aşağı baktı sadece karanlıktı. Sonra Didem’e baktı. Gökyüzü de kuyu da bir anda kayboldu. “Düz yolda yürümek de bıkkınlık verebilir” dedi Didem. “Hem herkes kuyusunu içinde taşır. Bak işte, içime bak. İçimdeki kör kuyuya. Beni kör ettin, anlasana…” Adam fersiz gözleriyle Didem’in dudaklarına bakıyordu. Bu konuşmaları yüzlerce kez dinlediğini düşündü. Ama cevap vermek istemiyordu. Bir an kendini kuyuya bırakmak istedi. Kurtuluş kuyunun dibinde olabilir miydi? Didem yine kaybolmuştu. Korka korka kuyunun dibine doğru yolculuğuna devam etti. Gökyüzü hepten uzaklaşmıştı. İnsan gökyüzünü bir an bile terk etmemeli dedi kendi kendine. Son bir kez kuyunun ağzına baktı. Didem yukarıdan bakıyor, elindeki bıçakla bir yandan da ipi kesmeye uğraşıyordu. Şaşırdı önce sonra bağırmaya başladı adam. “Didem dur, yapmaaaa!” Didem, seslenişi sanki hiç duymamış gibi ipi kesmeye devam etti. İp koptuğunda adamın son cümlesi Didem’in kulağında çınlıyordu: “Kestiğin ip tutunduğum ip değil, beni sana bağladığın ipti!”
15. Gün: Didem’in Sonu
Kimsenin bilmediği şehirdeki masal anlatıcısının Didem’e dair son anlattığıdır.
Adam: İçindeki boşluk seni esir almış. O boşluğu doldurmak için sevdin beni. Sen beni benim için sevmedin.
Kadın: Her sabah bir kavanoz deniz suyu tuzunu yalıyorum senin yüzünden. Her şey sürekli kirleniyor. Yağmurlar da artık dünyayı temizlemeye yetmiyor.
Adam: S. De Beauvoir’in bir sözü var: “Erkeğin asıl zaferi, kadının onun kendi kaderi olduğunu kabullenişidir.” Bu zafere hiçbir zaman inanmadım ama sen beni bu zaferin sahibi olmaya ittin sürekli.
Kadın: Her insan arzularının mahkûmudur. Sen ne kadar kabul etmek istemesen de benim hiçleşmem ve senleşmem senin hoşuna gitti. Bunu inkâr edemezsin.
Adam: Ah Didem! Anla artık, mutluluk hep gelecektedir. Ya da geçmişte kalmıştır. İnsan ise vaktinin çocuğudur. Bu dilemmayı çözmemi bekleme benden. Sen aşkının mağruru olmuş birisin. Benim hiç önemim yok. Bunu sen de biliyorsun.
Kadın: Bu tarz cümlelerle hiçbir yere varamayız. Bak varamayız diyorum. Bizden bahsediyorum. Bunu anla artık. Benim istediğim sadece sensin.
Adam: Yüzlerce zevk hangi acıyı unutturur sence? Bunca yaşanmışlıktan sonra, bana ettiklerinden sonra bizden bahsedemem ben.
Kadın: Hayatın bir iniş olduğunun farkındayım ama ben seninle birlikte inmek istiyorum o yokuşu. Bundan daha doğal ne olabilir?
Adam: Hayır hayır, bunu yapmayacağım. Seninle bir hayat benim ölümümdür. Çünkü sen hâlâ aşkının kulusun. Aşkın ise bencil mi bencil. Sen önce arzularının şimdi ise aşkının önünde secde ettin. Ve benim de secde etmemi bekledin. Bunu asla yapmayacağım.
Kadın: Ne istiyorsun, ne?
Adam: Sadece hayatımdan çıkmanı. Ve daha çoğunu isterken, elindekini de kaybettiğinin farkında olmanı istiyorum. Solmuş bir çiçek gibi ömrüm. Sen benim rengimi çaldın. Geriye ise fersiz yapraklar ve kurumuş bir gövde bıraktın. Sense hâlâ kal diyorsun. Kalmamın ölmem olduğunu ise asla anlamayacaksın. Çünkü hayata benim enerjimi tüketerek tutunuyorsun. Şimdi bu kapıdan çıkacağım ve beni asla bulamayacaksın. Hikâyenin başında bahsedilen tüfek hikâyenin sonunda muhakkak patlar.
Adam soluk soluğa uyandı. Bütün yaşananların rüya olduğunu anladığında Allah’a şükretti. Birden bir ses duydu. “Seni asla bırakmam. İnsan kaburga kemiğinden kaçamaz” diye. Acaba hâlâ uykuda mıyım diye düşündü adam. Ama uyanmıştı işte. Elini sırtına götürdü ve kaburga kemiğini tutup koparttı. Çatırt diye bir ses duyuldu. Adam, kaburga kemiğini bedeninden kopardığında sırtında büyük bir yara ama kalbinde sonsuz bir ferahlık duymuştu. Bir dünya, sırtından uzay boşluğuna doğru yuvarlanıyordu.
Sulhi Ceylan
6 Yorum