Parçalanmış Düşünce

Merhum Üstadıma,

“Işığa koşan bir kelebeğin telaşını, geceyi, bir dalga yayarcasına aşan yarasadaki o radarlı yürüyüşü, baharda gülün birden açılışını, peygamberleri dinlemediği için zamanın kılıcıyla toza ve küle çevrilen medeniyetleri” düşünmeyi, Cenab-ı Hakk’ın bize bağışladığı en soylu özellik olarak görüyorsunuz. Düşünmek bir lütuf olmakla beraber insanın mükellef olduğu bir sorumluluktur aynı zamanda.

Üniversitenin son yıllarındaydım. Bir yol ayrımının başında haritasız ve pusulasız olarak düşüncenin sınırlarını arıyordum. Günlerimi, aklımda kira vermeden oturan neyin nesidir, kimin fesidir sorularıyla geçirir, daha bu soruların cevabını vermeden hoyratça özgürce düşünebileceğim günün hayâlini kurardım. Bu hayâlin sarhoşluğuyla düşünce sokaklarında rastgele dolanır, girdiğim sokakların beni götüreceği yeri hiç de merak etmezdim. “Evet, düşünce budur!” diye karar kıldığım her sokağın çıkmaz olduğunu fark ettiğimde, çaresizce, kendime yeni bir rota belirlemeye çalışırdım. Nihayetinde, gurbet ellerde gideceği yeri bulamayıp, telaşa kapılan biri gibi tedirgin hale gelmiştim. Nereye, nasıl yürüyeceğimi bilemediğimden, yolların ayağıma dolandığını düşünüp aramaktan vazgeçmiştim. Ta ki, Sulhi Ceylan’ın bana, İmam Gazali Hazretleri’nin, Mişkatü’l Envâr eserini hediye etmesine kadar. O kitapla birlikte düşünce yollarına girecek cesareti bulabilmiştim. Eser, aklın varlığını, “Aklı terk et!” ile “Aklını kullan!” gibi mütemadiyen uçlarda yorumlamak yerine, akıl bahsinde itidali gözeterek, kelimeleri yormadan sahih cevabı taşıyordu. İşin ilginç tarafı, Sulhi Ceylan bu öngörüde nasıl bulunmuştu? Bu kitaba ihtiyacım olduğunu nereden biliyordu? Meğer insanın aradığını bulacağına dair iddialı tutumu, bulmanın önündeki en büyük engelmiş üstadım.  Evet, arayan kişi bulmaya muktedir değildir diyebilirim artık. Önemli olan yolda olmak. Yani yolda olmak, bulmanın önşartı. Gerisi bilincin kademe kademe yükselmesi…

Mişkatü’l Envâr’da akıldan hareketle düşüncenin sahihliği tartışılıyordu. Hazretin yaptığı tarife göre aklı, her tarafı siyah lekelerle kaplı bir aynaya benzetiyorum. Bu benzetme, düşüncenin katmanlı boyutlarına doğru bir yolculuğun da habercisi. Aynadaki lekelerin tonları birbirinden farklı olduğu için aklın ve düşüncenin de boyutları olmalıydı. İmam Gazali, vehim ve hayalin aklı büsbütün sararak ele geçirdiğini ve aklı bu illetlerden sıyırmadıkça, eşyayı idrak edemeyeceğini söylüyordu. Yaptığım benzetmeye göre ise aynada kendimi olduğu gibi görmek istiyorsam, aynanın lekelerden arındırılmış olması gerekiyordu.

Sağlıklı bir akıl yürütme için vehim ve hayal koridorunu aşmalı. Bunun için ise düşünceyi masaya yatırmalı ve bölünebildiği kadar parçalarına ayırmalı. “Tarih”in, kavram olarak bize ne söylediğini araştırmaya başladığımda birçok tanımla karşılaşmıştım. Tanımların bir tür sınırlama olduğunu bildiğim için zamanla merak duygum elimdekilerle yetinmedi. “Tarih nedir?” ile başlayan soru sorma süreci, tahmin dahi edemeyeceğim cevaplara kapı araladı. Öyle ki tarih, “İnsanın geçmişte yapıp ettiklerini, zaman ve mekân kıskacında bir takım tenkitlere göre tespit eden bilim dalı” olmaktan; “İnsanın kâinattaki var oluşunu, neredeydim, neredeyim ve nereye gidiyorum sorularını cevaplayarak, kişinin buradan hareketle evren resmini tayin etmesini sağlayan metafizik bir düşünce”nin nesnesine dönüştürdü. Hazretin bir cümlesiyle geldiğim nokta buydu. Demek ki düşünce hiçbir zaman mutlak ve tek boyutlu değildi. Bu durumu da tavan vantilatörüne benzetiyorum. Son hızla dönen pervanenin parçalarını ayırt etmekte zorlanacağımız gibi büyük âlim ve filozofların fikirlerini de anlamakta zorlanırız. İkisini de ayırt edebilmek için yavaşlatmak ve parçalarına ayırmak gerekir. Aksi takdirde bir illüzyonun içinde kaybolur ve düşüncenin sınırlarından taşarız. Gözetilmesi gereken itidal ise düşüncelerin berrak ve sıhhatli yorumları için yalnızca aklın ve düşüncenin kudretiyle değil aynı zamanda aklın nuruyla da ilgilenmekten geçiyor. Hazret, bahsi geçen kitabında düşüncelerin bu yönünü aktarırken, aklını vehimlerden kurtar-a-mayanların da ölümü beklemelerini söylüyor. Nihayetinde, vehimlerinin esiri olanlar, bu durumdan ancak ölümle kurtulur. Çünkü ölümle beraber perdeler açılır ve gerçekliğin karşısında çırılçıplak kalırız. Ne mutlu size ki, perdelerden âzâde bir yerdesiniz.

Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.

İbrahim Orhun Kaplan

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir