İnsan düşünmeden edemeyen ve düşündükçe eremeyendir. Derviş düştedir ve kalbini düşürmeyendir. Bu cümleyi kurmak için prova yapmadım, bir anda aklıma geldi. Yükte hafif pahada ağır da olsa işin en güzel tarafı bu: Bir anda olması. Rantsız, elâlemsiz ve apansız. Provasız samimiyetlerin müdafisi olmak tam da böyle bir şey. Çıkarsız.
Kaçıncı rekatta olduğumuzu unuttuğumuzda asgari rekatı baz alarak namaza devam ettikten sonra namaz sonunda neden sehiv secdesi yaptığımızı düşündün mü hiç? Ben düşündüm. Ve farkettim ki huşû ile kılınan namazda secde sayısı mukadderken sehiv secdesiyle kılınan namazda yanılma payı olarak zait secdeler ekleniyor. Hatamızın bedelini artırarak ödüyoruz yani.
Hayat da öyle. Canım hayat!
Hayatımızdaki huşûyu kaybedince belâ gününü unutuşumuzun bedelini mukadder dertlere eklenen zait sektelerle ödüyoruz. Secdeler gibi kurtarıcı değil ama bu sekteler. Baz alacağımız asgari bir yaşanmışlık yok çünkü heybemizde. Hep bir yarım yamalaklık kesiyor önümüzü. Hep bir bütüne varamamazlık. Engelsiz koşuda çalıları bahane ederek yere düşüyor ve hakemin düdüğü çalmaması için kırk takla atıyoruz. Yara bere içinde kalıyor fiillerimiz. Toz dumana katıyoruz ne varsa alın terimizde. Atletimiz yırtılıyor, ayakkabımız bağ oluyor ayağımıza. Ellerimizi yarışa başladığımız o eğimli tahtada unutuyoruz. Ve maç bitiyor, kaybetmeye devam!
Sadece bunları düşünmedim elbette. Daha neler var neler. Nerden mi geliyor bunlar aklıma? Boşversene, bilmemen daha iyi. Mektuplarımı neden beyaz A4 kâğıdına ve mürekkepli kalemle yazdığımı düşündün mü hiç? Ben düşündüm. Öyle boş zamanlarımda hobi olarak düşünmedim ama. Kafamın içine tüneyen gurbet kuşlarının sesleri arasında düşündüm, içinden çıkamadığım yoğunluklar kıskacında ve anlam veremediğim dünyaların ortasına düşmüşlüğümün ızdırabında düşündüm. Mektupların mektupluğunu üzerine sinen kalemin samimiyetinden aldığına inanmanın arifesinde, bir söyleşiye gitmişliğim var. Klas duruş sahibi yazarı dünya gözüyle görecek olmanın heyecanı üzerimde tabiî. Kapıda bekliyoruz içeri alınmak için. Uzatmayayım içeri giriyoruz. Sonrası yazarla buluşma, söyleşi ve klas duruş sahibi yazara mektup yazabileceğimize dair bir hatırlatma. Coşuyorum. Ablamla sözleşiyoruz ve eve varınca mektup yazacağız diyoruz. İyi olan kazanacak! Öyle de oluyor. Ablam kazanıyor, ben yine kaybetmeye devam.
Ama asıl hikâye buradan sonra başlıyor. Sen de iyice masalcı ninelere döndün diyeceksin. Haklısın belki. Ama dur, dinle. Sonra ne mi oldu? Ablam mektup yazdı usta’ya. Birkaç hafta sonra cevap geldi. Zarfı pür heyecan açtık. Bir de ne göreyim! Mektup klavye ile yazılmış. Yıkıldım. Öylece kalakaldım. Ben usta’nın klas el yazısının hayaliyle büyütmüştüm bekleyişimi. Evet, usta epey yaşlanmıştı. Zahmetli bir iş olurdu her mektuba el yazısıyla cevap vermek. Ama ben o andaki afallamamla daha da mektup yazamadım klas duruş sahibi yazara. Bu onun hatası değil, biliyorum. Mektubu kalemle yazanların destansı hikâyelerini dinlemekten oluyor hep bunlar.
Çünkü mektup denince keps loklar yanmıyor bende. Kontrola gitmiyor elim. Derdime parantez açmak için bir başka tuşa basmak gelmiyor aklıma. Bek tuşuyla silinecek kadar hafif değil benim yara izlerim, bak morluklar hâlâ belirgin diyorum sonra. Sipeys bir boşluk gibi çöküyor içime. Gerisi kaleme kâğıda hasretlik hep, başka bir şey değil.
Bunca muhtelif düşünce akımında yorulmuyor değilim ama elimde değil inan. Bir de çayı veya suyu sol elle doldurmanın gaflet verdiğini hatırladım geçen gün. Ben sevdiğim için çay, aziz bildiğim için su diyorum, sen asıl esrârın sağ elle doldurmakta olduğunu anla. İnanmazsın, sağ elle doldurduğunda bir başka dolu görünüyor bardak. Boş tarafı kalmıyor. Allah yaratmış ikisi de el dedin mi, esrâr şifâ olmaz sana. Ehl-i meymeneyi duymadın mı sen? Kulağını aç derim. Kulağındaki kirlerden arındırmazsan kalbini, eve girdiğinde ev ahâlisine selam vermenin bereketini de duyamazsın. Duvarların üstüne gelmesinden yakınma bak sonra bana. Bozuşuruz.
Bunları neden mi yazıyorum? Sen de amma soru sordun! Derdim vardır inilerim diyeceğim de, o şiir kime aitti sahi diye sormandan korkuyorum. Yunus Emre Hazretleri dediğimde bakışlarının boşlukta geziyor olması endişelendiriyor beni. Üç yudumu geçince kelimenin anlamı yitiyor, inanmıyorsun. Bir de Affan dedenin ellerini öpmemene anlam veremiyor. Mübarek adam, sattı bize çocukluğumuzu. Daha ne yapsın!
Sen bu işin sonunu düşünmüyorsun ama ben düşünüyorum. Yahu yine başa mı döndük deme! Düşün. Bu kez beraber yüklenelim insan olmanın yükünü. Titrememi nöbet sanma artık. Bak, omzum ağrıyor yine, sonra konuşalım. Ne de olsa dert bir değil elvan elvan…
Zeynep K.