İbn Sina, Nişabur’da Ebu Said hazretlerinin sohbet meclisine gitmiş. Daha önceden mektuplaşmalarına rağmen ilk defa yüz yüze görüşüyorlarmış. İbn Sina kapıdan içeri girince şeyh, “Hakîm geldi.” demiş. Filozof hemen bir yere oturmuş ve sohbeti dinlemiş. Sohbet bitince de şeyhin evine gitmiş. Üç gün boyunca evden çıkmamış ve sohbet etmişler. Sadece namaz vakti cemaatle namaz kılmak için evden çıkıyor ve hemen geri dönüyorlarmış. Üç günün sonunda İbn Sina evden çıkmış ve öğrencileri onu karşılayıp “Ebu Said hazretlerini nasıl buldun?” diye sorduklarında “Benim bildiklerimi, o görüyor.” cevabını vermiş. Ebu Said hazretlerine, dervişleri filozofu sorduğunda ise şeyh; “Benim gördüklerimi, o biliyor” demiş.
O günden sonra İbn Sina, sürekli şeyhin yanına gelip gitmeye başlamış. Yine bir gün dergaha geldiğinde şeyh, İbrahim Ethem hazretlerinin ibadet ettiği zaviyesinin de olduğu Ender-zen’e gideceğini söylemiş. İbn Sina da talebeleri ile birlikte onlara katılmış. Yolda giderken kenara atılmış bir ney görmüşler. Şeyh neyin alınıp kendisine verilmesini istemiş. Bir süre sonra kayalık bir yere vardıklarında ise şeyh neyi kayaların üstüne koyup burayı işaretlemiş. İbn Sina bunu görünce şeyhin ayağına kapanmış. Fakat kimse bu olayın hikmetini çözememiş. Anlayacağın ikisi arasında bir sır.
İşte böylece İbn Sina, Ebu Said hazretlerinin müridi olmuş ve neredeyse şeyhi ziyaret etmediği gün olmazmış. Bundan sonra yazdığı felsefe kitaplarında sufilerin halleri ve kerametlerini anlatmaya da başlamış. Muhalled eseri “el-İşârât ve’t-Tenbîhât”ta bu yüzden “Mâkâmâtü’l-Ârifîn” yani ariflerin makamları bölümünü yazmış.
O zamanlar, yani bu konuları konuştuğumuz on üç yıl önce sen filozofları savunurdun, bense ariflerin üstünlüğünden bahsederdim. Neredeyse seni ikna bile edecektim ama kader izin vermedi. O yıllarda felsefeyi bilmezdim. Senden sonra baya okudum. Felsefe tarihi ve filozofların görüşleri hakkında az çok bir şeyler öğrendim. Bilmek insanı değiştiriyor. Artık filozoflara eskisi gibi bakmıyorum. Cehalet düşmanlık doğuruyormuş, anladım. İnsanın bilmediği konularda, peşin hükümlere sarılmaması gerek ama bunu yapmak çok zor. Zihnimizin konforunu bozmamak için her türlü genellemeye sarılıyor ve araştırmaktan kaçınıyoruz. Hâlbuki İmam Gazali “El-Munkız” isimli otobiyografisinde; “Bir kimse her hangi bir ilmin yanlışlığını, o ilmin son noktasına kadar kavramadıkça bilemez. Hatta bu ilmin özünü en iyi bilenin düzeyine gelip sonra onu aşmalı ve derecesini geçmelidir. Böylece o ilimde otorite sayılan kişinin farkına varmadığı derinliğin ve tehlikenin farkına varır.” diyor ve hangi konuda reddiye yapacaksa öncelikle o konuyu son derece iyi bir şekilde araştırmakla işe başlıyor. Sen tasavvufu bense felsefeyi bilmezdim ve bu sebeple ikimizde karşı taraf hakkında atıp duruyorduk. Toyluk işte. Dediğim gibi ben değiştim. Günler -yokluğun gibi- yüzümde iz bırakırken artık bilmediğim konular hakkında ahkâm kesmeyi bıraktım. Bilmiyorum demenin erdem olduğunu öğrendim. Sûfilerin, neden az konuşmayı tercih ettiklerini de anladım. Anladım diyorum ama tabii kendi zihnim ölçüsünce. Bir tek yokluğunu…
Yaş ilerledikçe, hatıralar değerli olur, derlerdi. Meğer haklılarmış. Gençler ileri bakarak bense geriye yani hatıralara bakarak yaşıyorum. Buna hatıralara tutunmak da diyebilirim. Biliyorum, bunlar basit şeyler. Olması gereken olur sadece. İnsana ise “oluş”a şahit olmak ve akışa devam etmek yakışır. Bu sebeple seni içimde öldürmenin vakti geldi de geçti bile. Bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum ama böyle de yaşanmıyor. Hatıraların altında ezilmiş bir haldeyim. Bu yaptığımın dervişlikte de yeri yok. Zira başa gelen her şey Hakk’tandır. Boyun büküp yola devam etmek gerekir. Her bir olay, ayrı bir tecelli ve Hakk’ın kuluna seslenişidir. Bir olaya/kişiye takılıp kalmak aslında parçanın aşkıyla bütünü unutmak demektir ki bu başlı başına gaflettir. Gaflet yani O’nu unutup yaşamak. Benimse seni unutmaya ihtiyacım var. Gafletten kurtulmaya…
Sulhi Ceylan
3 Yorum