mandalin kolonyası

pek sevgili aydoğan abi,

bu sabah bir kara mizah filminin ortasındaymışım gibi uyandım. yattığım odanın ışığı yanıyordu. ışıkları yanan bir odada uyumam pek. mehmet necip oda arkadaşım iken alışmıştım, o ışıkları yakmış hafız divanı’nından bir şeyler karıştırırken veya amerika’dan getirdiği mekbuk’undan bir şeyler okurken, dinlerken -ben yatıyorum diye kulaklık ile dinlerdi- uyur kalırdım. olur olmaz anlarda telefonu çalar, birilerine izahâtlarda bulunur, onu akla mantığa ve iz’ana davet ederdi. tahmin edersin ki böylesi telefon aramalarının karşı tarafında hep bir cins-i lâtif olur. mehmet necip’ten söz edip onun kibirli şöhretine biraz daha destek olmayayım ve absürt sabaha döneyim. sabah namazını mükerrem mete gibi ontolojik problemlerden arî bir sûrette ihya edemedim. halkımız gibi, davut abi gibi kıldım namazı. inşallah kabul olunmuştur. böylesi absürt sabahlarda ve diğer bütün sabahlarda böbreklerim sızlayarak uyanıyorum, buna bir çare bulmalı. böbreğimi özgürleştirdikten birkaç dakika sonra PeVeCe ile hapse çevrilmiş mutfak balkonundaki dolabı açtım. toprak testiden birkaç yudum su içtim. sürgülü, çift kanatlı pencerenin havalandırma için açık bırakılmış küçük aralığından dışarıya baktım. kül rengi, yağmura hazırlanan bir sabah vardı. bir kız iş servisini bekliyordu, sinir törpüleyen bekleyişini anlamlandıracak hiçbir şeyi olmadığından şeytanın tuzaklarına açık bir vaziyette şuurunu gözlerinin üzerine bindirmiş gezdiriyordu.

dolabın kapağındaki mandalin kolonyasından dökünmeyi mutfağa girmeden tasarlamıştım. servisçisi ahmet abi’sini beklerken gözlerinin bir ara, dolabın huzurundaki sabah kaçkınına çevirdi kız. bir müddet baktı. sonbahar serinliğinde kaykılıp dururken telefonun ekranına sağa sola bakınıp dururken bizim balkonun üzerinde niye biraz daha fazla durdu bilmiyorum. kolonya dökünüşümü seyrederken o; ben aç karnımı asit bombardımanına tutacak bir karar verdim: ekşi elmalardan birini yıkadım. tezgâhın üstünde, doğalgaz borusunun üzerinde duvara yaslanmış bekleyen babamın kül tablasını aldım, babamın zulasından bir dal tütün sarması aldım. evet, sabah sabah bir dal tütün içeceğim. “halbuki sen tiryaki değilsin?” doğru değilim, mehmet erikli’nin bonkör paketinden veya davut abi’nin tütün tabakasından sohbet ederken içerim çoğunlukla. tütün havarisi hacı ahmet eralp’in psikolojik baskılarıyla içerim. sohbetin koyulaştığı yerde üst üste içerim. başka da öyle pek içmem. ama işte dedim ya, bu sabah, bir kara mizah filminin ortasında gibi uyandım. babam, tekli koltuklardan balkon kapısına yakın duranın kolçağına bir tane çakmak bırakmış bana akşamdan. sırtıma, oturma odasının gediklisi ince battaniyeyi alıp balkona çıktım. elmanın yarısını yiyip duvarın üzerine bıraktım. bu esnada karşı kaldırımda hâlâ iş servisi bekleyen kırmızı kabanlı, ortalama yirmi dakika makyaj ve çıkış hazırlığı yapmış, etine dolgunca duran kıza tekrar gözüm takıldı. etine dolgunca olduğunu bilhassa vurguluyorum aydoğan abi, nedenini anlamışsındır. ama yine de her okuyucu senin kadar anlayışlı davranmıyor, bana iftira edebilirler. o yüzden izah edeyim: sabah namazı vaktini süslenerek işe gitme hazırlığı yapan, iş servisi bekleyen, kırmızı kabanlı bir kız; benim gibi birini yüzde doksan beş tedirgin eder. etine dolgunca olsa da, olmasa da… ama o vicdansız, muhteris okuyucudan korktuğum için şu kadar kelimeyi yakmak, tedirginliğimi itiraf etmek ihtiyacı hissediyorum. şimdi senin kafana o yüzde beş takılmıştır. aşk payı. yaşlandıkça yüzdesi azalan âşık olma payı. nefsine itimat etmeme payı.

sulhi abi, şu elimdeki ve diğer elimden geçmiş olan tütün dallarını bana yakıştıramıyor. bana böyle sigara içmek yakışmıyormuş. eğer o gün sinir çeperleri şiir mısralarıyla kapatılmamış ve neşesi biraz saçlarının ucundan sarkıyorsa sulhi abi’nin, mutlaka beni iğleneyecek ve benim gibi bir aristokratın pipo vs. içmesinin daha yakışık alacağını söyleyecektir. yakışık alacak lafını en son köy romancılarımız mı kullanmıştı erikli? sahi, erikli nerede? neyse, bu da böyle bir kıyağım olsun türk edebiyatına. sulhi abi yakıştıramasa da; komutanımız metin astsubay, eski komünistlerden hayrullah abi ve daha birçok âdemoğlu bana yakıştıramasa da tütünü, ben çakmağı parlattım. ahir dağları, iyiden iyiye kurşuni renge batmış. senin hiç hoşuna gitmeyecek ama söylemek zorundayım: aklıma tütünü içerken mustafa çolak geldi. aslında feyzullah geldi, hadi rahatla biraz. feyzullah büyümüş, okul çağına gelmiş midir? arayıp bunu mustafa’ya sormalıyım. şimdi ne diye bu adamın lafını açtın, nereden aklına geldi diye soracaksın. kırmızı kabanlı kızın orada öyle kararlı bir şekilde servis beklemesi çok üzücü bir şey. duvarın üstüne bir kitapçık bir de çanta koymuş. kitapçığın üzerinde bir haç işareti var. bir promosyon, reklam… bir yerlerden hatırlıyorum. anketör mü, promosyon stantlarında cazgırlık mı yapıyor? uzaktan bir genç ahmet abi’nin gelip gelmediğini sorarak yaklaşıyor,  her sabah yaptığı gibi salınıyor muhtemelen, ellerini montunun ceplerine koyuyor, alakasızca şöyle bir arkasına bakıyor. etine dolgunca, kırmızı kabanlı bu kız nasıl evlenecek? üzgünüm sulhi abi, halkımıza senin gibi bîgane değilim. gerçi sen de haklısın sulhi abi. çocuklar için dünyada yaşamak ne kadar zor bir şey. kendisinden çocuk doğuracağı “herifi” ihtiyatla bekleyen ve seçen kırmızı kabanlı kızlarımız… modern kışkırtmalarla semirmiş ihtiraslarıyla; annelerinden öğrendikleri ve hayatlarının en önemli şeyiymiş gibi davrandıkları evliliğe yığdıkları bir dolu hayali karıştıran kırmızı kabanlı kızlarımız…

biliyorum, can sıkıcı bir hâle getirdim mektubu. nereden girdin bu mevzulara diye kızıyorsun bana. halbuki ne güzel giriş yapmıştım mektuba değil mi? elimdeki tütün sarması bitmeden servisçi ahmet abi geldi. tabiî benim aklımda hâlâ çocuklar var. diyorum ki çocuklar benim okuduğum gibi bir okulda okumamalı. muhtemelen sen de benim gibi düşünüyorsun: hiçbir çocuk senin okuduğun ilkokulda okumamalı. sence mustafa çolak gibi hanlar hamamlar alacak, çocuğumuzu koleje gönderecek kadar zengin olabilir miyiz? hiçbir çocuğun kolej bebesi olmasını istemezsin, hayatı öğrensinler istersin muhtemelen. yarım bıraktığım elmayı yedim. bizim sokağa bağlanan caddede umumî vasıta bekleyen -umumî vasıta’yı en son hüseyin rahmî gürpınar mı kullanmıştı erikli? erikli? erikli nerede davut abi?- umumî vasıta bekleyen adamlar da bir bir otobüs durağını terk ettiler. ihtimal ki onların da çocukları var aydoğan abi. acaba o çocukların dayıları da var mıdır? dayı olmak ne kadar zor bir şey. geçen gün, dört yaşındaki yeğenimle sohbet ederken bir kere daha fark ettim. beraber yemek yiyorduk. yatalak dedesini tıraş etmeye gelen berberden bahsediyordu: “o da senin gibi çok bilgili biri.” şu cümlenin ne dehşet verici olduğuna bakar mısın? halbuki seyrettiği çizgi filmlerden sadece “maysa ve bulutu” biliyorum. başta da dediğim gibi bu sabah bir kara mizah filminin ortasındaymışım gibi uyandım. hayatımda en son ne zaman uyuya kaldım acaba? hatırlamıyorum. bu kez okuduğum kitabın iki kanatlarını açıp suratıma çökmüş değil, sol yanımdaki kitap yığının arasında olduğunu gördüm. askerde koğuşun ışıklarının açılıp kapanmasına perde olsun diye okuduğum kitabı kapatıp yanıma değil, yüzüme koyar, öyle uyurdum. davut abi, bir tütün daha sarsana. bir çocuk, niye birden bire susmaya başlar aydoğan abi? yeğenim, gelip yanıma yatmış, bir saat boyunca anlatmış, anlatmış, boyuna anlatmıştı. şimdi susuyor. sessiz ergen kız çocuklarının suskunluğu hepimizi biraz suçlamaz mı?

mehmet raşit küçükkürtül

pk.46 kahramanmaraş

gurgumlu@gmail.com

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • siyah , 12/08/2016

    dönüp dönüp bu mektubu okuyorum, hayrolsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir