07.10.2015
Günler, beyaz saç telleri gibi yağıyor üstüme. Üstelik hangisinin son misafirim olduğunu bilmeden buyur ediyorum.
Bugünü, dünlerden ayıran yeni bir şey yok. Sabah güçlükle uyanıyorum. Kahvaltı yapıp ardından biraz kitap okuyor ve iş için yola düşüyorum. İşyerinde büyük bir huzursuzluk hissediyorum. Kalbim bir türlü tatmin olmuyor.
Yeni bir metin çalışmam yok. Bir kitap okuyup bitirince ya da bir yazım yayımlanınca yaşadığımın farkına varıyorum.
12.10.2015
Beş gün ne de çabuk geçmiş ve ben tek cümle kuramamışım. Yeni bir telefon aldım ve otuzundan sonra akıllı telefon furyasına ben de katıldım. İnsan, söylediği her sözün altında bir şekilde eziliyor.
Bugün Büyüyenay Yayınları’na, Mustafa Kirenci’nin yanına gittik. Yanımda Feyyaz Kandemir de vardı. Uzun süren sohbetin ardından ayrılık vaktinde içime yine bir burukluk oturdu. Maddi hiçbir karşılığını görmeyeceğini bile bile güzel işler yapan idealist adamların değer görmemesi, yalnızlığa mahkûm edilmesi akşam karanlığı ile bir hüzün gibi üzerimize çörekleniyordu.
24.10.2015
Bir zamanlar uzak durduğum şeyler vardı. Telefon, ehliyet, diploma… Telefondan sonra sırada ehliyet var. Kurstan verilen kitabı elime almış değilim. Direksiyon da sallantıda. Şükür ki müfredattan uzağım. Bana “şunu oku!” denildiği anda ondan uzaklaşıyorum. Ben başıboş, avare takılmalıyım. Geçen hafta romanlarla iştigal ederken bu hafta Faulkner’in mektuplarını okumaya başladım. Sırada da Dostoyevski’nin mektupları var. Gelecek hafta hangi türe dadanırım, bilmiyorum. Şimdiden Ahmet Turan Alkan’ın kitapları göz kırpmaya başladı bile.
30.10.2015
Bugün uzun zaman sonra M. Raşit Küçükkürtül ile görüştük “Nasılsın?” diye sorduğumda, “Bedenen çok iyi, zihnen karışık, ruhen de iyi olacağız inşallah” dedi ve ekledi “Daha önceleri ‘nasılsın?’ sorusuna kızardım ama bu sefer hiç tepki göstermedim acaba dünyaya mı alışıyorum Celal?” deyince sessiz kaldım. Çünkü M. Raşit bana ayna oluyordu. Dünyevîleşme asrımızın en büyük hastalıklarından birisi ve hepimiz öyle ya da böyle alışıyoruz dünyaya.
01.11.2015
Bugün Edebifikir’de hikâyelerini görmeye başladığımız Samet Çıldan Balıkesir’den İstanbul’a geldi. Kendisiyle Üsküdar’da görüştük. Şehrimin beş yıl önceki hâlini bulamadığını her fırsatta vurguladı Samet. Söz dönüp dolaşıp Leylâ’ya geldiğinde ise, herkesin kendi Leylâ’sını içinde taşıdığını fark ettim. O da hâlâ Leylâ’sından anı olarak küçük bir not taşıyordu cebinde. Bildiğim kadarıyla Sezai Karakoç (Leyla ile Mecnun kitabını saymazsak) “Köşe” şiirinden sonra Leylâ’yı şiirlerine hiç almamış. Evet, bir yerden sonra nekahet dönemi bitmeli ve Leylâ’dan Mevlâ’ya geçme faslı başlamalıydı.
Vedalaşma vakti geldiğinde Samet’le sözleşiyorduk. Balıkesir’e iade-i ziyarette bulunacaktım ve oradan Bursa’ya geçip Ulucami’nde ikindi namazı kılacaktık. İkindi namazının bendeki karşılığı her zaman hüzün namazı olmuştur.
Eve geldiğimde vakit epey geç olmuştu. Yaklaşık kırk saattir hiç uyumamıştım. Birden aklıma Mecnun geldi. Acaba Mecnûn bu devirde yaşasaydı gece üçe kadar belki Leylâ arar diye telefonun başında bekler miydi?
03.11.2015
Günlerdir içimde dişi bir ur gibi taşıdığım ve peyderpey büyüyen bir pişmanlığım var: Leylâ’nın günlüğünü tutmamak. Kutlu bir misafir olarak geldiğini, ev sahibi gibi davranıp beni nasıl toparladığını, sessizliğin bile bir dile dönüştüğünü, gönlün güzeli sevmediğini, sevdiğini güzel görmeye başladığını, onunla küçük bir Asya ülkesine hicret etme ve çekik gözlü çocukları birlikte sevme hayalini, ilk tanıdığım günden bugüne kadar geçen zaman dilimini kayıt altına almış olsaydım şimdi elimde kitap hacminde bir günce olacaktı.
Pavese, “Günleri değil, anları hatırlarız.” diyor. Oysa bazı günler hafızalardan hiç silinmez. Onlardan birini hatırat mahiyetinde günlüğüme kaydetmek istiyorum.
Odanın sessizliğini telefonun parazitli sesi bozuyordu. Kalbim ve de aklımın ittifakla karmaşa yaşadığı zaman dilimlerinde tanıdıklarımın bile telefonuna bakmazken yabancı birini hiç çekemezdim. Telefonu sessize aldım ve kendimi kendi hâline bıraktım. Aradan iki saat geçmişti. Biraz olsun iç dünyamda durulma emareleri gözüküyordu. Telefonu elime aldım ve cevapsız çağrıyı geri aradım. Kargodan aradığını, bana ulaşamadığını söyledi ve şubeye uğrayıp paketinizi alabilirsiniz, diye ekledi. Aklımda bin bir soru dolaşmaya başlamıştı. Acaba Leylâ tası tarağı toplayıp geri mi göndermişti. Zaten başka kimseden de bir şey beklediğim yoktu. Kargo şubesine vardığımda saat 16.30’du ve beni arayanın dağıtımda olduğunu, 17.30’da gelmem gerektiğini öğrenmiştim. Bir saatin nasıl da uzadığını, ömrümüzü yele verirken bazı ânlarda dakikaların bile mahşerin provasını yaşattığını, bir günün elli yıla tekabül edebileceğine yakînen şahit oluyordum. 17.30’da tekrar vardığımda ise dağıtımın uzadığını ve 18.30’da gelmem gerektiğini söylediler. Bir saatlik yeni bir imtihan başlamıştı. İkircikli bir ruh hâli yaşıyordum. Hem biran önce hakikati görmek istiyor hem de gerçekle yüzleşmekten korkuyordum. Saat dolmuştu ve tekrar şubenin yolunu tutmuştum. Paketin kardeşime geldiğini, benim numaramın verildiğini öğrendiğimde ise derin bir nefes almıştım.
Eve geldiğimde içimde mektup yazma isteği doğmuştu. Küstüğüm kalem, kâğıt ve de mektupla tekrar barışabilirdim. Mektuba başlıyorum; “Bugünlerde hüzün, yüzünden sonbahar yaprakları gibi dökülüyor ve sen hiçbirini yerden kaldırmaya tenezzül etmiyorsun. Aradaki cismanî mesafelere rağmen bunu duyabiliyor, hissedebiliyorum. Ben ise özlem denen o salt acıyla sabır taşımı çatlatıyor sonra da fotoğraflarına bakarak o çatlaklara yama yapıyorum.” Üç cümle kurabilmiş ve devamını getirememiştim.
İnsan, dilinden ve de kaleminden dökülecek her söze dikkat etmeli. “Son Mektup” ibaresini kullandığım günden bugüne değin hiç mektup yazamadım. Belki de bir daha hiç yazamayacağım. Şu cümleyi tekrar hatırladım: “Cevabının gelmeyeceğini bildiğimiz, artık beklemekten yorulup cevap da istemediğimiz ve yazdığımız mektubun sonuna “Son Mektup” diye not düştüğümüz gün bilelim ki, mektup, kalbimizin kendi kanında boğulmasıdır.”
Son olarak masanın üzerinde duran küçük bir not kâğıdına yazdığım diyalog gözüme ilişti. Onu da günlüğüme kaydediyorum.
– Hikâyeyi okuyunca burnumun direği sızladı. Mideme bir bıçak saplandı sanki.
– Yazmasaydım ömür boyu içimde bir eksiklik hissedecektim.
– Hayatımız akıp gidiyor biz içinde eksiğiz.
Celal Kuru
3 Yorum