Kırılsın Aynalar

Hayır hayır Didem’e mektup yazmayacağım. Hem ben Didem’i söküp atmadım mı tarihimden! Attım ya. Öyleyse bu mektubum kesinlikle Didem’e değil. Hani Cioran “Yine de daima severiz; ve bu ‘yine de’, içinde bir sonsuzu barındırır” der ya Burukluk’ta… Bırakın desin, siz sakın üstünüze almayın. Bakın ben almıyorum…

Derisi puslu ve kalın bir gece başladı yine. Ben inatla bu gecenin sabahını düşlüyorum. Çünkü sabahı edersem yorgunluktan uyuyakalabilirim. Bazen uyku insanın tek ümidi olur. Bilmez değilim. Yaralarımdan sürekli yılan doğururken, bir gün aynı yaralardan ceylan doğurabileceğimi düşünmek isterdim ama olmuyor. Hem insan acısının çocuğudur. Bunu da şuraya bırakayım. Düşünsenize insanın dili ağzında erirken, yeni sözlere nasıl gebe olabilir? Gerçi NietzscheAcı çeken kişi, kendi acısına intikamın balını merhem eder.” der. Ama bilirim ki intikam ham ruhların merhemidir. Perdenin arkasını göremeyip hayatı zahirden ibaret sananların yemeğidir. İntikam mı, hayır… O halde acının köküne inmem gerekiyor. Acının kaynağına yani… Madem öyle konumuz yine insan. Her zaman olduğu gibi. Her acı sahibine özeldir, bilmez değilim. Ve taş da yerinde ağırdır, bunu da bilmez değilim. Fakat bütün bunların mâverasında tasavvuf ortaya gelir ve der ki; gerçek fail Allah’tır. Kulun başına ne gelirse Hak’tan gelir.  Hakkı görmeyen nadanlar Ayşe’yi ve Ali’yi yani yaratılmışları görür. İşte intikam da burada başlar. Hâlbuki biz kadere iman etmişiz. Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine… Bunun yanında, bir yaprağın bile dalından Allah’ın izni ve bilgisi dâhilinde düştüğüne de inanmışız. O halde nedir bu karın ağrısı? Allah’tan razı değil miyiz ki kulundan intikam almaya kalkıyoruz… Bu konunun tedaileri bitmez. Son takdirde biri Allah’ın sevgisinden dem vuruyorsa imtihana hazır olsun derim. Çünkü aşk delil ister. Gerektiğinde can ister. İster istemez tevekküle geldik.

Tevekkül; kişinin kendi güç ve kudretine değil Allah’a dayanmasıdır. Büyük mesele… Dolayısıyla Allah’a tevekkül eden kişide korku olmaz. Tüm yaratılmışlara karşı hürdür. Velilerden birine tevekkül nedir diye sorduklarında şöyle cevap vermiş: “Tevekkül, hayatı bir güne indirmek ve yarın endişesinden kurtulmaktır.” Dehşet bir idrak açıkçası… Yarın endişesinden yani ne olacağım endişesinden kurtulmak… Kişinin cüz-i iradesini külli iradeye teslim etmesi… Özgürlük de bu değil mi zaten! Gerçi tevekkül etmeyen yoktur ama kişinin kime tevekkül ettiğidir önemli olan. Mesela çocukların yeme içme ve benzeri konularda anne ve babalarına güvenmesi de bir tevekküldür ama bu tevekkül Allah’a yönelik değildir. Haydi, düşünelim isterseniz… Patronuna tevekkül etmeyen var mı aramızda… Siz anladınız ne demek istediğimi… Düşünmeye devam… Ama unutmamalı tevekkül kalbin amelidir. Ve herkes Kâbe’ye yönelir ama hakikatte kıblesi Kâbe olan azdır. Ahh, kırılsın aynalar! Kişinin kendiyle yani kendi kötülüğü ile yüzleşmesi çok kötü değil mi!

Darlıkta ve genişlikte aynı psikolojide olmak hakiki tevekkül ehlinin halidir. Haydi tekrar kalbimizi yoklayalım. Ve şeyhimiz İbn Arabi hazretlerine kulak verelim; “Tevekkül, kalbin Allah’a dayanması, Allah’ın dünyada yaratmış olduğu ve nefsin meyledip hoşuna gittiği şeyleri de elde edemediği için ıstırap duymamasıdır. Eğer üzülür, ıstırap duyarsa tevekkül ehli değildir.”

Sonuç, kişilerin nefesleri sayısınca Allah’a giden yol vardır. Acı da bu yollardan biridir.

Sulhi Ceylan

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • yolcu , 13/09/2016

    Âh özgürlük..
    Birde,bilmez olduğumuz tek şey bir şey bir bilmediğimiz,öyle değil mi…..?

  • A.b , 10/09/2016

    İlham perileri gelmiş…

    La muhasebe illa Rabıta diyerek,
    Allah ile cedelleşilmez sonucuna vardım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir