Didem, sana yazdığım bu mektubun konusu insan, yani ben, yani sen. Hani Sadık Hidayet bir kitabında kendine şöyle bir soru soruyordu; “Bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara sahip bu insanlar niçin kırarlar beni?” Bu soruyu hiç kendine sordun mu? Ben defalarca sordum. Defalarca kendime cevaplar ürettim ve en son sorunun değiştirilmesi gerektiğine kanaat getirdim. Çünkü kendime verdiğim cevaplar bir türlü beni mutmain etmiyordu. Hem kendimi insanlardan ayrı da tutamazdım. Ben de Sadık Hidayet’in sorusunu şöyle çevirdim: “Binlerce tutku ve arzuyla çepeçevre sarılmış olan ben, neden kendimi kırıp duruyorum?” Gerçi şimdi iki sorun oldu ama ya hiç sorun olmasaydı ne yapardın? En azından artık peşinden koşacağın en az iki sorun var.
Sadi Şirâzî’nin insanı özetleyen gayet kısa ama çok ince bir tanımı var: “İnsan üç beş damla kan ve bin bir endişe.” İşte insan, bu endişeleri ile yüzleştikçe üç beş damla kan olduğunun farkına varır. Yani fâni. Yani ebede âşık. Yani kendine… Burası netameli bir konu… “Kendini bilen rabbini bilir” kutlu sözüne atıf yapıyorum farkındaysan. Ağırlıklardan bir bir kurtulmaya, hiçlikte varlığı görmeye… Dedim ya netameli konu, hiç girmek istemiyorum. Hem anlatsam ne olacak ki! Anlattıklarım vücut iklimden yer etmedikçe kuru laftan başka ne ki!
Roma imparatoruna karşı ayaklanan komutan Pautus’u biliyorsun Didem. Hani yakalanınca idama mahkûm edilen. O dönemde Romalı asillere aşağı sınıftan olanların dokunması yasak olduğundan, idam cezasına çarptırılan asil mahkûmlar bir odaya konur ve yanına da bıçak bırakılırmış ki kendi canına kıysınlar. Asil mahkûmun yakınları ise kapının önünde mahkûmun kendine bıçağı saplaması sonucu düşme sesini beklerler ve o sesi duyunca da içeri girerlermiş. İşte Pautus da yanında bir bıçakla odaya konur. Ama kapıda bekleyen ailesi Pautus’un düşme sesini değil yürüme sesini duyarlar. Meğer Pautus korkusundan bıçağı kendine saplayamıyor ve bu sebeple odanın içinde dolanıp duruyormuş. Bu durum karşısında utanç içinde kalan eşi içeri girmiş ve masanın üzerinde duran bıçağı alıp kendine saplamış. Sonra karnından çıkardığı bıçağı kocasına uzatıp şöyle demiş: “Pautus, bak acımıyor.” Bunun neden anlattığımı sormayacak mısın Didem? Pautus’un eşinin elindeki bıçak aslında neyi simgeliyor bilmiyor musun? Hatta şöyle sorabilirim; ölümden korkan Pautus’un odanın içinde yürümesi ne anlama geliyor? İnsanın ebediyet isteğini nereye koyacağız? Sorularım çok olduğunu biliyorum ama insan cevabını arayan tek bir sorudan ibaret değil mi! Doğumla birlikte sorulan soruya insan ölümüyle cevap veremez. Çünkü ölüm kaçınılmazımızdır. O halde cevap, baştan beri anlatmaya çalıştığım Ben’de… Ben’in bilgisine ise kesinlikle yazılı eserlerden ulaşamazsın. İşte burada devreye keşf girer. Yani aracısız ve vasıtasız bir şekilde kalbin bilgi edinmesidir ki bunun için nefsin terbiye edilmesi, arzu ve şehvet bağlarından bir bir kurtarılması gerekir. Aklın ötesindeki bilgiye ulaşmak için kişinin elinden sadece keşf bilgisi tutar. Keşfe, Allah’ın tecelli yağmurunda ıslanma hali de diyebiliriz. İşte bu yağmurda sırılsıklam olanlara veli diyoruz.
Didem, eğer kendinle kavga etmeye niyetin varsa sana yolu gösterdim. Ama cehalet anamın kucağı gibi sımsıcak diyorsan; işte bu da senin seçimin diyorum. Unutma insan seçimleri üzerinden tanımlanır. Kendini tanımla artık Didem? Bak “Vazgeçtim” çalıyor radyoda:
“Hiç tanımaz tenim ellerini
Bilmez yüreğim bilmez yüreğini
Ah bu koku, bu ten, bu dokunuş
Ah bu delilik sarsar bedenimi
Yok olmak anıdır şimdi”
Sulhi Ceylan
4 Yorum