Sana bu mektubu şehri…
Sana bu mektubu ş…
Sana bu mekt…
Subhânekellâhümme…
Subhâneke ile başladım çünkü üstesinden gelmekte zorlanacağın bir işe başlarken Subhâneke oku ki, işin zorsa kolay olsun, ağırsa hafiflesin demiş büyükler. Subhâneke okudum, çünkü sana mektup yazacağım.
Sana bu mektubu şehri görmenin nimet olduğunu anladığım bir günde yazıyorum. Bu sefer beni dinlemen için çağırmayacağım seni, zira insan yenildiği zaman kimselere görünmek istemez. Kafası yerdedir çünkü. Şakaklarında tedirginlik izleri vardır ve pişman olmanın bir teselli olduğuna inanmak ister.
Ama seni çağırmamış olsam da biliyorum ki, sen bir yerlerde beni dinliyor olacaksın. Kendimi kandırmak için delilleri kararta kararta bu güne gelebildiysem de, buradan ötesi yok benim için yazmaktan başka. Senin içinse mevzi almak kadar keskin bir şey ötesi. Mevzi al, başlıyorum.
Bismillah.
Dört Ağustos. İstanbul yolcusuyuz. Gitmenin epey meşakkatli olduğu bir yolculuk her zaman daha kıymetlidir. Döndüğünde yola dair anlatacağın şeyler çektiğin zorluğa nispeten anlam kazanır. Benimki de öyle oldu. Yahut ben öyle sanıyordum. Gidebilmek yahut gidememek bir papatya falı gibi karşımdaydı hep ve nihayet gidiyordum. İstanbul’da bekleyenim yoktu ama eşiğinde beklemenin bile bir saadet olduğuna inandığım bir kapı vardı. Gidiyor olmak bu kadar zor ise kesin çağrıldım diyordum kendi kendime, bu sefer tamam diyordum. Bir şehrin yeniden anlam bulacağı günlere koşuyor olmanın heyecanı üzerimdeydi. Ama bir yandan da heyecanımın eksik olduğunu düşünüyordum. Hani yoğurt mayalarsın da saatler sonra açıp baktığında kıvamın tutmadığını gördüğünde bir eksiklik ararsın ya, öyle işte. İnsan gerçekten heyecanlanınca gözleri parlar, hayatı yeniden anlamlandırabilir. Gözlerim tedirgin, hayatımda eksik anlamların sökükleri var. Mahcubiyet yol arkadaşım.
İstanbul’a vardık. İki gün sonrasının hayaliyle kalacağımız eve gittik Başakşehir’e. Burası şehirden koparılmış bir kara parçası gibi göründü gözüme. Bir ulu rüya görenlerin şehrine ne kadar da uzak!
Ağustos’un yedisi.
Her yıl mütemadiyen unuttuğum tevellüt günümün sabahı. Bazen oluyor, insan bir şeyin sonuna iyelik eki koyarken bile tereddüt edebiliyor. Ya bana ait değilse hissi bir gardiyan gibi karşısına dikilebiliyor. Bunlar oluyor gerçekten.
İlk defa tereddüt etmeden sahipleneceğim bir tevellüt günüm olacak diyordum nedense. Sanki gelsin diye ün eylemişler de kendimi bulacakmışım gibi. İhyâ olacakmışım gibi. Onarılacakmışım gibi. Diğer yandan ise diken üstündeyim yolda kalacağım diye. Bu his nedense peşimi bırakmıyor. Önce med sonra cezir.
Çok geçmedi, öğlen oldu ve papatya falı bitti. Korkmasam da başıma gelecekti elbette. Evet, tam da öyle oldu. Gidemedik. Bizi huzura ulaştıracağına güman ettiğimiz paramız garip bir durumla bizi terk etti. Evet, gayr-i menkuller yapmak için ömrümüzü verdiğimiz şu dünyada bir menkul tarafından öylece terk edildik. Para insanı terk mi edermiş, diyen olacaktır. İnsanın insanı terk etmesinden daha çok hayret verici değil ya! Komik mi? Aksine, kalbi afallatacak kadar acı. Denizler aşmanın parasız olmayacağını zanneden bir kalp için niyetinin elinde patlaması nasıl bir şey, biliyor musun? Ağustos sıcağında ayazda kaldın mı hiç?
Yeniden doğacağına inandığı günde niyetinin sağlam olmaması yüzünden kendinin altında kalan bana sor, yaşıyorsam ses vereyim. Orda mısın, de. Bilmiyorum diyeyim. Bunları neden yazıyorum?. Bir tuğlaya vurup yaşam izi belirtmek için belki de. Yaşıyor gibi yapıyorum çünkü. Yaşamak bu değil. Her sabah uyandığımda kendime verip de tutamadığım sözlerin açtığı yaralar kabuk bağlamıyor bir türlü. Merhemim kıvamsız. Kendimin sebebiyim. Uykularım düzensiz. Uyumanın bir nasibin eşiği olduğunu sanıp da sabaha rüyasız uyanmak insanı kaçıncı dereceden yanık sahibi yapar? Bir de şu var, niyet kalbin mütemmim cüzü değilse nedir? Ben bu soruların cevabını bir çıban gibi kalbimde taşıyorum.
Kendime maruz kaldım. Varamadığım huzurun mahzunuyum. Yıllar sonra ilk defa iştiyakla aradığım o huzurun çemberi dışında kaldım. Git, kendinden kurtul ve öyle gel denildi, biliyorum. Ve bildiğim bir şey daha var ki, bu yaşa bir daha ermeyeceğim, öncekine dönemediğim gibi. Hayatımın en güzel yılları geçiyor ve bir boyanın rengiyle boyanamazsam eğer, birbirinin aynı günler gençliğimi çalmaya devam edecek. Solacağım.
Ağustos sekiz.
İstanbul’dan dönüyoruz. Elimde “O ve Ben” var. Bir şifa ararcasına okuyorum. Belki bir tırnak işareti içinde saklıdır diye şifa. Sayfalar aktı ve bir yere geldi, durdu zaman: Sayfa yüz dokuz, sondan altıncı satırı yedinci satıra bağlayan cümle. Sonrası yangın zaten.
Maruz ve kuru bir hayatı yaşamakla hasta olan bir insana sadece sıhhat dilenir. Bana sıhhat dile. Çünkü ben bir ömrün bereketini arıyorum, ben bir sarrafın dükkanını arıyorum, ben bir seferin gününü arıyorum.
Ben seni arıyorum.
Zeynep K.
8 Yorum