Sen oradasın bilemediğim göremediğim çok uzakta. Bulunduğun yerle ve belki de yerlerle alakalı bildiğim tek şey uzak olduğu. Sana yazmadıkça yazmayışlarını fark etmiyorum sanma. Cümlelere gizlediğin anlamları özledim. Uzaksın ya, eti kemiği yormuyor uzaklığının, ruhun da uzak. Zaten ruhun ruhumla olsaydı seni bilirdim, seni bilsem ne çok severdim. Aslında ben senden çok senin sevdireceğine hasretim.
O zamanlar farkında değildim. O zamanlar yazı beklerdim yazmak için. Ait hissettiğim bir yerde, salaş turuncu örtüsü olan bir koltuğun üzerinde, önü akşam sefalarıyla dolu bir pencerenin önünde ılık günlerde ve ekseriya ikinde vakti yazardım sana. Büyüttüğüm en çok korku olurdu. Aydınlık günlere açan çiçeklere ötüşen kuşlara inat ben büsbütün kapkaranlık bir korku kesilirdim. İlelebet değişmeyen ve ayan beyan ortada olanlar değişenleri gizliyor, biliyor musun? Yollarımız ayrılalı kaç yaz geçti bilmiyorum. Kaç yazı kış bildim, kaç yaz kış kesildim. Şimdi hiç ait hissetmediğim fakat sevdiğim ve bilhassa alıştığım bir yerde gri bir duvarın önüne itinayla sabitlenmiş masada rahat denemeyecek sandalyenin üzerinde karanlık gecede aydınlık umutlarla yazıyorum.
Sana o gece yıldızları gösterirken anlatmaya çalıştığımı anlamayışına hâlâ çok şaşırırım. Biliyorum ikimiz de çok gençtik ve derdimiz anlamaktan çok yaşamaktı. Kör olasıydı sevda senin için. Benim içinse sabırsızlığın adıydı. Konuşuyorum işte bakma. Gölgelerle yanmışım bunca zaman öylesine, pişmeden. Bengisu ateşe çare… Ve gölgeler iyi ki yanmakla bitmiyor. O yüzden ben artık korkmuyorum, istiyorum ki sen benden daha çok korkma. İstiyorum ki sen daha çok ol çoğalt beni. Çünkü ben senden çok çoğalmaya hasretim. Bilmenin serinliğine…
Masamda küçük bir saksının içinde yalnızca bir tane çiçek açmış, mor menekşe var. Adı Sezen. Çok seviyorum onu. Biz bu evi kiraladığımızda o arka odanın -arka diyorum da bakma orası evin tek güneş alan odası- küçük penceresinin önünde unutulmuştu. Küçük pembe bir kâğıt, kahverengi saksının önüne mandalla sabitlenmişti. Üzerinde Sezen yazıyordu. Sonraları çıkardım kâğıdı saksıdan. Yine de adını değiştirmedim. O artık Sezen olmuş. Ama herkes de adını bilsin istemedim. Zaten adı ne diye soran çok olmuyor. Annem biliyor bir, bir Elif, bir Sait Amca, bir de sen. Söyleme kimseye bunca zaman sonra ilk sırrımız olsun. Ah Sezen! Sır bile oldun. Bilinmeyi en çok sen hak ederken.
Sait amca, yaşlı bir çınarın altına tabureler atmış, çaycılık yapıyor. Sabah saat sekize kadar peynirli ve ıspanaklı poğaça da oluyor. Sırf o poğaçaları kaçırmamak için sabah namazından sonra uyumadığım vakidir. Bir de Sait amcanın gül yüzüne hasretliğimden. Bir ikindi vakti Sait amcayla şöyle bir sohbet etmek hayalim. Ne yazık ki ikindileri orası kıraathaneye döndüğünden Sait amca da, sıcak çay da, sohbette bana gizli bir yasak oluyor. Bundandır gül yüzlü Sait amcanın sabah olması bana. O kırmızı yanaklara, bembeyaz benize, kır saçlara gülden başka yakışacak sıfat bulamıyorum. Sait amcanın sohbetiyle dolduğum zamanlarda sana olan hasretim azalıyor. Sait amca da bir sevgi ve bir muhabbet var herkesi doyurur. Lâkin benim gönlüm doymak değil sevgi olmak istiyor.
Dün sabah tahta taburelerden birine oturmuş, üzerimde kabanım olmasına rağmen titreye titreye çayım iki elimin arasında ısınmaya çalışarak, Sait amcanın telaşlı gelip gitmelerine aldırmadan ona Sezen’i ve ona yüklediklerimi anlatıyordum. O sormadan ben söyleyiverdim adını. Sanki Sait amca çoktan bilmeliydi ve bunca zaman nasıl aklıma gelmemişti. Heyecanım dilimde anlatmaya devam ederken Sait amca birden: “Can kızım Sezen’e talibim, gönlünden kopmazsa o başka” deyiverdi.
Kopmuyor gönlümden. Ama karar verdim bu gece Sezen’le son gecemiz. Ne Sait amcama ne de Sezen’e kırgınım. Gönlümle derdim benim.
Neyse saat dört olmuş. Hiç bırakmak istemiyorum serinliğini bilsen. Ama Sezen artık karanlık ister, yalnızlık ister. Son bir gece bana emanet.
Kahvemi şimdilik sensiz fakat yine de kırk yılına seni katıp içeceğim…
Ayşe Sever
2 Yorum