İnsan bazen sebepsiz yere kendini, kendinin karanlığına atar. Sonra da birinin ses vermesini bekler, atladığı o kendilik kuyusundan… Ah insan, ne kadar da aciz… Aydoğan duyuyor musun sesimi? Kendi kuyunla aran nasıl?
Bu, sana yazdığım kaçıncı mektup bilmiyorum ama senin ısrarla cevap yazmadığını biliyorum. Kendinden kaçamazsın, dertlerini vurdumduymazlığa vurarak bir yere kadar öteleyebilirsin ama bir zaman sonra o dertler çığ olup üzerine düşer.
Akşit Göktürk, okumakla ilgili olarak şöyle der: “Gerçekte her okurun bir metni anlaması, kendi dünya yaşantısının, bilinç deneyinin boyutlarıyla, özellikle de dil yetisiyle doğru orantılıdır. Böylece, her yorumlama edimi biraz da kendi benliğimizin yorumlanışıdır.” Şimdi, demek istediğimi anladın mı? Senden başka kitap yok, anla artık. Bir hadis-i şerif şöyledir: “İnsan ve Kur’an ikiz kardeştir”
Bu konu gayet ince ama biraz açıklayayım. Öncelikle Kur’an-ı Kerim’deki her surenin tecessüm etmiş bir hali vardır. İbni Arabi hazretleri bu meseleyi ilginç bir örnekle açıklar. Bir gün İbn Arabî, doksan yaşının üzerindeki hocası Fâtıma Bint İbn el-Müsennâ ile muhabbet hakkında konuşmaktadır. Fâtıma Bint İbn el-Müsennâ: “Allah’ı sevdiğini söyleyip de O’nu bir an bile gözünden kaybetmeden müşâhede etmekten dolayı sevinmeyen kimsenin haline şaşarım. O’nu sevdiklerini söyledikleri halde ağlayanlara da şaşarım. Ona yakın olanların yakınlığından kat kat üstün yakınlıktan utanmıyorlar mı? Muhib, Hakk’a yakınlık açısından insanların en büyüğüdür ki O, muhibblerin meşhûdudur. Daha ne diye ağlıyorlar şaşarım” der ve İbn Arabi’ye dönüp sorar; “Evladım sen ne düşünüyorsun bu konuda?” İbn Arabî, “Anneciğim, sen ne diyorsan öyledir” diye cevap verir. Fâtıma Bint İbn el-Müsennâ; “Ben Habibim’in bana Fâtiha Suresini vermesine de şaşarım. Bu sûre bana hizmet etmektedir. Allah onu benden hiç almamıştır” der. Bu arada kadının birisi gelir ve İbn Arabî’ye Şezüne’de bulunan kocasının orada başka bir kadınla evlenmek üzere olduğunu söyler ki Şezune iki günlük uzaklıktadır. Bu durum üzerine Fâtıma Bint İbn el-Müsennâ; “Şimdi hemen Fâtiha Sûresini gönderip bu kadının kocasını getirmesini söylüyorum” der ve sûreyi okumaya başlar. İbn Arabî de onunla birlikte okur. Derken Fâtiha’yı okumasıyla birlikte Fâtiha sûresi havada secde etmiş bir halde belirir. Fâtıma Bint İbn el-Müsennâ; “Ey Fâtiha, Şezüne’ye, bu hanımın kocasının yanına git ve onu almadan gelme!” diye emir verir. Ve bu sözün üzerinden emredilen yere gidip gelme süresi kadar bir süre geçtikten sonra adam evine geri döner.
Demek istediğim her surenin ayrı ayrı bedenleri vardır ve bu sureler gerektiğinde görev alırlar. Şimdi meselenin diğer tarafına geçelim, yani insan bahsine. Efendimiz (s.a.v.) için “Yürüyen Kur’an” ifadesi kullanılır ki çok da güzel bir ifadedir. Yani eğer Kur’an-ı Kerim insan olsaydı Efendimiz olurdu. Mesele biraz açıklık kazandı sanırım. Her insan, Efendimize yaklaştığı oranda Kur’an-ı Kerim’e de yaklaşmış demektir. Bu yakınlaşmanın sonucu ise aradaki gayrılık algısı ortadan kalkar. Ama bu bir süreçtir, azim ve sebat ister. Nasıl ki tohum ağacın özetiyse insan da kâinatın özetidir. Ne ararsan insanda ara sözü boşu boşuna söylenmemiştir. İnsan öncelikle kendi sembollerini çözmelidir. Unutmamalı ki her hakikatle yüzyüze gelme atılımımızda içimizdeki karanlık noktalardan biri daha aydınlanır. Ve yine unutma Kur’an nurdur.
Mektubuma başladığımda böyle bir konuyu yazma niyetim yoktu ama tecelli bunu gerektirdi demek ki. Hani derler ya yazana değil yazdırana bak. Bak ben suratımdan yokluğunu silmek zorunda olduklarımı sildim. Sen de kendinden benliğini sil de bitsin bu koşturmaca… Ah, yetmez mi bunca yıl benliğimizi tavaf ettiğimiz?!
Sulhi Ceylan
5 Yorum