seyfullah;
gel seninle yazarak konuşalım. yüz yüze konuşmuyorsun. ben de sen kaçtıkça, seni konuşmaya davet ediyorum. bana kalsa bütün sorunlarımız kuruntudan ibaret ama konuşmaktan kaçındığında sorun daha da büyümüş görünüyor. önce adım ısrarcı oluyor, sonra da hinlik yapmakla suçlanıyorum. benim seni, güya konuşup tartışmakta mahir olduğum için kendi sahama çekmeye çalıştığımı düşünüyorsun. reddetmekle de benim fenalığımı boşa çıkarmış oluyorsun. “hayır kardeşim, öyle değil!” dediğimde sinirleniyorsun. kardeşim derken sana çıkıştığımı, gerçekten kardeş saymadığımı vehmediyorsun. sözde konuşmakta mahir olmama rağmen kendimi müdafaa edemiyorum, beyanımı esas almıyorsun. sonunda hep “ben ne anladım bu işten” diyesim geliyor. konuşmama izin vermediğinde kendimi sanatla ifade etmenin yollarını arayıp bir de o şekilde tıkanıyorum. vebâli bilirsin. eğer bir gün, kafasında serpuşla sûret çizen bir ressam veya herhangi bir heykeltraş olursam vebâli senin.
laf olsun diye demiyorum, benim konuşmaktan muradım sandığın gibi tartışmak değil konmak. insanlar konuşa konuşa yakınlaşıp konşu olabilir. kurbiyet konuşmakla mümkün. konuşmanın kelimeleri kelimelere bölmeden, sükutla birleyerek ilkâ edilen bir türü varsa da o bize yarayıcı değil. ben kendimi bildiğimden beri hep kenarda ve uzakta kalmış gibi hissediyorum. varmaya değil yaklaşmaya ihtiyaç duyuyorum. muhtemelen sen de böylesin. sevgi değilse de bu baht olmuş bize. sebepleri üzerinde kafa yormaya gerek görmüyorum. deniyor ki ihtilafta rahmet var. sebepler âleminde olmuş olan her şeyin de muhtelif sebepleri var. elbette benim kendimi dağlar başında saymamın da rahmani ve şeytani boyutları olabilir. hatta hiçbir derinliği de bulunmayabilir. belki sadece yalnız ve işsiz olduğumdan böyledir ama belki de yalnız ve işsiz olmam bunun neticesidir. dipsiz bir kurguya hapsolmuş da olabilirim. evvelden beri fikir işçiliği ve gönül adamlığı rolleriyle istihza ededurdum. mâlum, istihzanın fenalığı da haset ve hırsla müşterekleri bulunmasında, hepsinde gizlilik esas alınıyor. hâl gibi kâl de sirayet ettiğine göre üstüme istihzadan ağrı çamur sıçramış olabilir.
konuşarak çamura konduk, fena da olmadı. hasedin yüzü çamur karası, orası tam bir zulumat ülkesi. daima ve hırsla istenenden, ülküden başka görünürlük yok. güneş de yok ama otlaklarında kırmakla bitmeyen boynuzlular geziniyor bu acayiplikler diyarının… ülküyü ne kadar yüceltseler o yine mülkle gelen bir kelime. ülküyle istiğna birbirini devamlı itekliyor, yalnız temellükle yan yana gelebiliyor. kim neyi çok istese hülyalara dalıyor, hak ettiği halde mağdur edildiği zehâbına kapılıp cümle âlemi hakkını gasp edenler arasına koyuyor. sanırım hayal yerine rüyaya, tasvir yerine temsile muhtacız. aksi takdirde kurgular peşimizi bırakmıyor, yapmak etmenin önüne geçip dikiliyor, bir kurguyu boşa çıkardım sanıyorsun meğer daha iyi bir kurgu onun yerine geliyor. hayâsız ve hayatsız kimselere benziyoruz. iş bu oyunu bozmak istediğimizde, oyunbozan, defter düren olmak isteyen nefsimize gün doğuyor. allah’tan eman dileyip lütuf dilenmekten, köşeli ve sivri cümleleri bu mıntıkaya sevketmekten başka çaremiz yok.
konuşmamın samimiyeti hakkında peşin hüküm vermiştin. gerçekten insan konuyu kendine getirmekte, konuşup konuşup tekrar kendine konmakta, sonra da dönüp suçu insanlığa atmakta çok mâhir. hâlimiz bektaşi fıkrasındakine benziyor. sözde uçan kaçan bir kadından yani kerametleriyle meşhur bir müteşeyyihten bahsedildiğinde; hazret o kimse için “ko uçarsa uçsun” demiş ve ardından onun konacağı yeri göstermiş. öyle veya böyle, biz de bir kere gelmiş bulunduk. hafezanallah, şikâyet diyeyim desen daha demeden kâfir olursun. yaşadığımızı anlayabilmek için başka bir yaşaranla mukayese etmeye, ona bakıp ne yaşadığımızı bir şeye benzetmeye, eğer bir şeye benzemezse tekrar birbirimize dua edip beklemeye mecburuz. yine de istersen bunu bir mollaya sor ama artık bana bir cevap ver.
Mehmet Fatih