Mevlana Cami hazretleri ilginç bir hikâye anlatır, bir aşığın hikâyesi, istersen onun kaleminden aktarayım sana: “Pirimiz Mevlâna Sadeddin Kaşgarî halkalarından bir genç vardı ki riyazet, hâl ve aşkta en ileri derecedeydi. O da benim gibi bir güzele tutulmuştu. Böylece batınında (kalbinde) biriktirdiği kıymeti bir anda o tarafa devretmişti. Altından ve neceften hediyemsi bir şey alıp, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve onu geçenlerden birinin almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki:
— Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üstüne bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bari bir şey yap ki senden geldiğini bilsin!
Gözyaşları ile sarsılarak bana şöyle cevap verdi:
— Sen ne diyorsun? Yaptığım işin tuhaflığını bilmiyor muyum ben! Bu işi yaparken karşılık beklemiyorum. Ve o hediyeden bana karşı minnet yükü altına girmesini istemiyorum!
Bu cevaptan titredim. Bir fânîye olan mecâzî muhabbet, bu gibi derinlik, incelik, zerâfet ve davranış güzelliği sergiler ise, kim bilir, “zâtî muhabbet”e nâil olanlar, mârifetullâhın ne ulvî tecellîlerine erişirler.”
Aşk deyince orada duruyoruz nedense. Meseleyi İbn Arabi hazretleri ise daha ilginç bir yere götürür. Erkeğin kadına olan sevgisini külün cüze yani bütünün parçaya olan sevgisi olarak açıklar. Hani kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldı ya, işte buraya atıf yapıyor İbn Arabi. Erkek aslında kadını severken kendini sever; çünkü kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması sebebiyle erkeği tamamlayandır. Kadının erkeğe sevgisi ise parçanın bütüne sevgisidir dolayısıyla. Buradan çıkan sonuç ise aslında sevginin bir tamamlanma uğraşı olduğudur. Anlıyorsun beni değil mi? Ama mesele burada bitmedi. Bir basamak daha yukarı çıkmamız gerekiyor. Şimdi erkek ilk yaratılan biliyorsun. Yani ilk tecelliye gelen. Ve Allah’ın “Ruhumdan üfürdüm” hitabına mazhar olan varlık, Hakk’ın zuhuruna mekân. Hak bilinmek istemiş ve insanı yaratmış. Konuyu nereye getireceğimi anladın sanırım. İşte insan, kendini bilmesi sonucunda rabbinin marifetine ulaşır. Ulaşır çünkü tamamlanmış bir insan, yani dairesini tamamlamış bir kişi bu tamamlanmanın verdiği marifet sonucunda kendilik bilgisine ulaşır ki bu da kişiye rabbini bilmenin yolunu açar. Aydoğan anla artık, mecazi aşk diye bir şey yok. Aşk tektir. Mecaz gören mecazda kalır. Hakiki gören, marifete erer. Ah insan ne de kolay kanıyor. Hâlbuki insanın gördükleri perdeden ibarettir. İnsan, gözünün gördükleri sebebiyle hakikati yok zanneder ya da gördüğünü hakikatin kendisi… Tekrar söylüyorum: aşk tektir, her seven aslında Hakk’ı sever. Ama kişi perdeli olursa sevdiğinde takılır kalır ve sevdiğindeki hakikate eremez. Aydoğan unutma görüntüde hakikat aranmaz. Perdenin arkasına bakmak gerekir. Sen kadınlardaki çekiciliği, güzelliği ya da her neyse işte, kadının kendinden mi sanıyorsun? Ah Aydoğan, kerem ile Aslı hikâyesini bilirsin. Kerem sonunda Aslı’ya kavuşur ve Aslı’nın gömleğinin düğmelerini çözmek ister ama gömleğin büyülü olması sebebiyle ne kadar uğraşsa da düğmeleri çözemez ve en son bir ah çeker. Bu ah öyle bir ah’tır ki çıkan aşk ateşi ikisini de yakıp kül eder… Kendi ah’ında yanmak nasıl bir şey Aydoğan?
O halde tekrar söylüyorum, hem neden çekineyim; ne diyordu Dücane Cündioğlu: “Hakikat çıplaklıkla örtülüdür.” İstersen ben de devamını getireyim sözün: Mecaz ise elbiseyle örtülü…
Sulhi Ceylan
13 Yorum