Sulhi abi,
Çoğu insan gevezelik sırası kendisine gelsin diye karşısındakini dinliyormuş numarası yapar. Gevezelik sırası bana geldi. Bunca zaman seni dinliyormuş numarası yaptığıma hükmedebilirsin. Askerliğimi yaptığım sırada bana zoraki bir mektup yazmış ve mektubun sonunda bir soru sormuştun: Feyyaz sen kimin cezbesine tutuldun? Esaslı bir sual tevcih etmiştin. Üzerine uzun uzun düşünmeden bir cevap vermek istemedim, aksi hâlde benim cevaben yazacağım mektup da zoraki olacaktı. Böyle demekle seni gayrisamimi, kendimi samimi ilan etmiş olur muyum? Benden böyle bir küstahlık beklenebilir tabiî ki fakat kastım o değil. Tanıdığım insanlar içinde en samimi olanlardan birisin, benimkisi taş atmak öyle. Gül atınca inciniyor sizin gibiler.
Aslında “ahenk” üzerine bir yazı yazma niyetiyle oturdum klavyenin başına ama yazdıklarım senin soruna “kısmen” cevap teşkil edebilecek bir kıvama büründü. Daha doğrusu yardımına başvurmam gerekti. Yazıyı yedekleyip sana mektup yazmaya koyuldum.
İlk gençliğimden itibaren hep bir ahenge nail olmak, hep bir ahengi duymak ve duyurmak istedim. Bu yüzden iki kez bağlama çalmayı öğrenme teşebbüsünde bulundum ama devam etmedim. Hem imkânlar el vermedi hem de şiirde karar kılmak daha cazip geldi. Biliyorsun bütünlük benim için son derece önemli. Şiir, müziğe nispetle daha bütünlüklü bir sanat. Müzik fazlasıyla soyut; şiirin soyut olduğu kadar somut tarafları da var. Sağır biri beste yapabilse bile (Bkz: Beethoven) başkası tarafından icra edilen bir müziği dinleyemez. Şiir hem sağırlar hem de körler için. Kulağa ve göze aynı anda hitap edebiliyor. Bu mevzu “En üstün sanat hangisidir?” sorusu etrafında daha önce tartışılmış, haberin vardır. Alman filozoflar bir takım görüşler ileri sürmüşler. Ben tercihimi niçin şiirden yana yaptığımı ifade etmek için söylüyorum bunları. Yoksa birini daha üstün görmek diğerini değersiz kılmaz.
Şiir benim için her şeyden önce ahenk demek. Şiiri elbette dilin ahenkli bir ifadesi olmaya indirgemiyorum fakat kendi adıma şiirde önemsediğin başlıca unsurun ahenk olduğunu söyleyebilirim; diğer unsurlar sonra gelir. “Şiirin başı hilkatteki âheng-i ezelmiş” diyor Âkif merhum, aynı fikirdeyim. Hemen ardından ekliyor, “Lâkin ben o âhengi ne duydum ne duyurdum.” Kendisine haksızlık etmiş, duyurdu, hem de pek güzel. Duyuramayan benim. Duyamıyorum çünkü. Bir şeyi anladım: Yaratılandan ziyade Yaradan’a sesleneceksin. İlki sesini ya duyar ya duymaz ama O, muhakkak duyar. Mutlak “Semi” olan O’dur çünkü. Sesini bir yakarışa, bir duaya bürümedikçe, o ezelî ahenkten hissedar olamıyorsun. Yahya Kemal’in bir rubaisi:
Yârab ne müsâvâtı ne hürriyyeti ver
Hattâ ne o yoldan gelecek şöhreti ver
Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim
Yârab bana bir ses yaratan kudreti ver
Bu, şiirin ötesinde, kabul edilmiş bir dua. İsmet Özel yakarmış “beni bir ses sahibi kıl / kefarete hazırım” diye; onunki de kabul edilmiş bir duadır. “Ah Feyyaz! Kabul edilmeyen dua yoktur” diyeceksin. Biliyorum. Bana duanın hakkı nasıl verilir, ondan bahseder misin?
Ahenk diyordum Sulhi abi, oraya geleyim tekrar, asıl meselemiz o. Ahenk tek başına var olabilenbir şey değil. Ahengin mevcudiyetinden söz edebilmemiz için birden fazla şeyin varlığı gerekiyor. Biz ancak iki yahut daha fazla şey arasında meydana gelen bir ahenkten bahsedebiliriz. Bu iki yahut daha fazla şey, kendi başına ayrı birer bütünü teşkil ediyor olabilir ve fakat bunlar bir ahenge dâhil olduklarında, ahengi oluşturan parçalara dönüşürler. Ahengi temin eden, parçalar arasındaki uyum ve düzendir. Ahenkli bir seste farklı tonlar bir aradadır. Tek bir ses tonuyla ahenk ortaya çıkmaz. Bu anlamda ahengi kesrette vahdet olarak tarif edebiliriz. Bir de ahengin rengârenk olması durumu var. Nedim şöyle diyor:
Turfa rengârenk âhenk eylemiş sahrâyı pür
Kûh ses verdikçe şeyda bülbülün efgânına
Bu beyti klasik şiirden anlıyor gibi görünen bir arkadaşa okuduğumda “beni hiç cezbetmedi” demişti. Seni de cezbetmeyebilir. Mealini aktarayım yine de:
Dağ, divane bülbülün inleyişlerine (yankı ile) karşılık verdikçe, çölü, benzeri görülmemiş rengârenk bir ahenkle doldurmuş.
Kendini bu beyit içinde konumlandırmanı istiyorum Sulhi abi. Sen bülbülün inleyişlerine karşılık veren bir dağ mısın (kûh), yoksa bizzat inleyen bülbül mü? Sana mektubumun başında, çoğu insan gevezelik sırası kendisine gelsin diye karşısındakini dinliyormuş numarası yapar, demiştim. İşte bana göre çoğu insan bülbül olmaya teşne. İnleme sırası kendisine gelsin diye dağ (muhatap) imiş gibi rol kesiyor. Birçoğumuz hatip olmak heveslisiyiz, muhatap olmak değil. Bu yüzden çölümüz rengârenk bir ahenk ile dolmuyor bir türlü. Burada çölü istediğin herhangi bir şeyin remzi olarak kabul edebilirsin.
Ben kısa bir süre öncesine kadar hemdert olabileceğim bir-iki dost bulma ümidiyle yaşadım. İnsanın tek başına kendini tam manasıyla gerçekleştiremeyeceğine inandım. Ünsiyet insanın temel ihtiyacı. Birçok dost edinmeme rağmen hemdert olabileceğim bir dostum olmadı. Dostluk hep bir yere kadardı. O sınır ne idiyse aşılamadı. Sanki bir şey bunu engelliyordu. Ne dağ olabildim hakkınca, ne de bülbül. Bir süre önce anladım ki ben dostluğun hakikatine varamamışım. Eğer dostluğun hakikatine varmış olsaydım bir noktadan sonra, yani o aşılamayan sınırı fark ettikten sonra, parçayı bütünü bir kenara koyar, varlığımdan soyunarak asıl Dost’a yönelirdim. O’nu kendime hemdert bilirdim. Olmuyor, yapamıyorum.
Gözümü insanlardan nasıl alacağım Sulhi abi?
“Denize değin ırmak idi adın
Ko ondan ötesin denize daldın!”
Kendimi denizin cazibesine direnen bir ırmak gibi hissediyorum. Irmaklığımdan vazgeçemiyorum.
Bana, O’nun cezbesine tutulabileceğim bir dua öğretebilir misin?
Feyyaz Kandemir
Resim: Shibata Zeshin
Sulhi Ceylan’ın mektubu: Cezbeye Tutulmak
4 Yorum