Aydoğan abi,
Bu sitede sana mektuplar yazılıyor. Sana mektup yazan ilk kişininkilerden yani benim mektuplarımdan daha güzeller hem de… Kıskandım mı? Hayır, mesele bu değil. Yazı dünyamda bana ait bir adaydı bu; yorulduğumda soluklandığım. Öyle olmadığını bilsem bile, bir daha o adaya gelirsem yalnız kalmayacağım hissi bu…
Uzaklardayken ve henüz senle tanışmamışken bloğuna girer, yeni yazı varsa onları, yoksa eskilerden çok sevdiklerimi okur, peşinden blogda çalan müzikleri dinlerdim. Hatta sen adlarını saklasan bile birçoğunu bulup indirmiştim. (Keşke kapatmasaydın). Sonra mektuplaşmalarımız başladı. Anlatıyorsam karşımdaki anlayabilen biri olmalıydı. Düşmeyi, ayakta durmaya yeğleyen biri… Senle olan benzerliğimizi ruhumuzun ortasına çok öncelerden çakılmış çivilere bağlıyordum. Aynı fabrikadan çıkmış iki çivi… Sen bir yazında üstü kapalı da olsa kustun ruhuna batanları; fakat benim ruhum zincirlerle sarılı. Mektuplara gelince, ilkin “Bu yaşadıklarını daha önce yaşamış biri olarak Allah yardımcın olsun diyorum…” demiştin. Allah yardımcım oldu çok şükür… Son mektuba verdiğin cevapta “Anti-depresanlardan uzak dur, yakında daha başka dertlerin olacak” demiştin. Başka bir zamansa “Senin yanına çift balta almadan dışarı çıkmaman lâzım”… Şimdi o baltalara ne oldu bilmiyorum. Sanırım artık daha hafif ve güçlü bir silahım var; unutmak… Bu hakikati ne zaman düşünsem bloğunun sağ kenarındaki, üstünde ‘huzur’ yazan balıklar geliyor aklıma. Unutmak; huzur…
Uzaklarda bana ait bir şey kalmadığı gün valizlerimi toparlayıp odayı temizledim. Zambakların toprağını havalandırdım. Suyunu değiştirdim. Kuru yaprakları topladım. Dışarda sert bir rüzgâr vardı. Kış, ilkbaharın üzerine gece gibi çökmüştü. Güneş desen, penceremize gelene kadar üşüyordu zaten. Börekçide son bir kahvaltı yapmaya çıktık arkadaşlarla. Fırında sebzeli makarna ve çiğbörek söyledim. Vaktiyle durduk yere yanımıza gelip, ben sizi çok sevdim diyen kadın geçti gözlerimin önünden. Biraz muhabbetten sonra “Neyse, gideyim artık” deyip gitmişti. Beş dakika kadar sonra elinde gazeteye sarılmış bir orkideyle gelip “Gideyim dedim ama gidemedim” dedi. Tenimizin rengi, saçımızın kıvrımı bir şeyler hatırlatmıştı galiba. Başını eğdi, orkidenin yanına bir ‘hoşça kalın’ iliştirip kayboldu. Karşı kaldırımda kırmızı mavi beyaz bir bayrak dalgalanıyordu. Rüzgâr bağımsızlığı sevmiyordu galiba, tek derdi alaşağı etmekti bayrağı… Koca ülkenin kaderi kirden kararmış bir ipin ucundaydı… Kadının hayali kaybolduktan sonra banka hesabımı kapatmaya gittiğimde tanıştığım banka memuru geçti yakınlardan. “Siz çok güler yüzlüsünüz; buradaki insanlar söver gibi konuşuyor” demiştim. Yine gülerek, “İnsanların derdi var” gibisinden bir şeyler diyerek hesabımda kalan son birkaç ruble ve kapiği önüme bıraktı. Son imzayı da attıktan sonra buradaki izlerimi siliyor olmanın mutluluğu esip geçti. Yok oluyordum zaten gerçekte yaşamadığım yerde… Üç yıl boyunca bir şekilde karşılaştığım, bağırmadan selam bile veremeyenler, tükürerek konuşanlar dizildi kapının eşiğine. “Yarın hepsi bitmiş olacak” dedim. Her şeyi bitiren bir yok oluş, gittikçe belirginleşen bir siliniş… Şimdi başka dertlerim var ve yaşıyorum kalabalığın ortasında. Galata’da balık tutanlar, falanca mekânda çamurdan çaya bilmem kaç lira verenler, her şeye rağmen metrobüse binmek için yarışanlar, İstiklal’de yürümeye çıkanlar, Fedai, Erkan Oğur, Leonard Cohen, çöplere bırakılmış kırık şemsiyeler, Akbil sesleri, 40 tanesi 7 liraya kaliteli tütün, kaçak çay… ‘Nasılsın abi?” diye sorduğumda dediğin gibi, “Şükür, yaşıyorum…”
Evliliğin kapısını çalıyorum şimdi. Sulhi abi artık yazamazsın diyor. Evlilik yazma aşkını öldürüyor mu gerçekten? Sanmıyorum. İddiam odur ki; insan evlilik sürecine girince, bekârlık zamanlarında sabahlara kadar durmamakta ısrar eden, gürültülü bir fikir ve çoğunlukla vesvese fabrikası olan beyin, sanki bütün o ıstıraplı gecelerin, huzursuz ve uykusuz sabahların sebebi kendisi değilmişçesine, fişi çekilmiş bir makine gibi aniden gürültüsünü keserek utanmaz bir rahatlıkla karşınıza geçip şunu söylemeye başlıyor: “Artık sabahlara kadar dönüp durmaya, anlamak hatta bununla da yetinmeyip idrak etmek için çırpınmaya gerek yok. Hayatın seyrine odaklan. Sorumluluklarını yerine getirebilmen için şimdi uyuyup sabah erken kalkmalısın. Hadi bakalım şeker çocuk, iyi uykular.” Böylece, önceleri gizliden gizliye keyif veren fikir çilesi sabah işe giderken uykulu gözlerimizin çapağına yapışıyor ve biz onu bir parmak hamlesiyle yüzümüzden atmak istiyoruz. Herkes koşarak bir yere gitmeye çalışırken aniden durup rüzgârın esişindeki hakikati bulmak için gözlerimizi kapayışımızı ve belirsiz bir süre öylece kaldığımızı hatırlıyoruz. Ya da bir filmdeki replik üzerine yemeyi içmeyi bırakıp saatlerce belki günlerce düşünmelerimizi… Hepsi geçip gidiyor…
Hepsi geçiyor ve bitiş düdüğü her an çalabilir. “Meseşuses”e gitmeyeceksin biliyorum, bilyelerin denizde buluşunca kim kazandı onu da bilemeyeceksin; ama yaşlanacak kadar yaşarsan, bir gün dönüp ‘yaşadım şükür’ diyeceksin. Halen görüşüyor olursak; acıyı süzüp son damlasına kadar ruhuna zerk eden ve bu son damladan bile zihninin zifiri karanlık köşelerini aydınlatacak bir idrak ışıltısı çıkarmaya çalışan insanların tarlasından tütün getireceğim sana… Şimdilik çeyizimden bir şarkı bırakıyorum buraya…
Ve son bir soru; ben evlenirken sen nerede üşüyorsun?
İbrahim Halil Aslan
8 Yorum