Öğretmenim, siyah önlüğüm üzerimde, çok eskiden yapıldığı belli olan iki katlı okulumun kapısından içeri girdiğimde kalbim tavana vuruyordu sanki. O günü hiç unutamam. Elimde, defter ve kitaplarımı içine koyduğum çantam yerine kullandığım o siyah poşet daha bir ağırlaşmıştı sanki. Birde derse geç kaldığım için sınıfın kapısından içeri girince bana yönelen tüm gözler daha da ağırlaştırmıştı ayaklarımı. Sonra sessizce sırama doğru uzanışım ve boş bulduğum ilk yere tıknefes oturuşum. Okuldaki ilk günüm böyleydi öğretmenim.
Zaman geçiyordu. İlk olarak A’yı öğrendim ve zaman geçtikçe tüm harfleri, zaman geçtikçe yazmayı, zaman geçtikçe okumayı öğrendim. Ben artık hem yazıyor hem okuyabiliyordum. Bunu bana siz öğrettiniz öğretmenim. Siz benim için bir kahramandınız, siz benim kahramanımdınız. Bana okumayı ve yazmayı öğrettiniz. Sonra siz gittiniz öğretmenim.
Zaman geçiyordu. Her sene yeni bir öğretmenle devam ediyorduk. Her yeni gelen, öğretmen değildi sanki. Sanki zoraki yapıyorlardı bu işi. ‘Mecbur olmasam sizinle uğraşır mıyım’ diyenler oluyordu. Bizde sadece dinliyorduk. Elinde cetvelle, uzun sopalarla gelenler oluyordu. Hep susmayı öğrendik onlardan. Susturulmayı. Nede olsa onlar öğretmendi daha iyi bilirlerdi. Ha birde sıra dayağı yemeyi öğrendik. En iyi öğrendiklerimiz aslında bunlardı.
Zaman geçiyordu. Bir zamanın elinde, birde o öğretmenlerin elinde bir bir öğütülüyorduk. Eğitilmiyorduk hayır. En arka sıralar her daim bizim oturma yerlerimizdi. Biz tembeldik. Ön sıralar her zaman çalışkanlarındı. Onlar her zaman önde otururlardı. Öğretmen bizi görmek istemezdi zaten. O öndeki çalışkanlarla ders işlerdi biz arkada uyurduk. Biz tembeldik. Öğretmen bize ders anlatmazdı biz de dinlemezdik. Haytalık değildi hayır. ‘Ben ön sırada çalışkanları görmek istiyorum, siz arkaya geçin’ derdi öğretmen.
Zaman geçiyordu. Bir öğretmen gelmişti dersimize bir ara. Öğretmenimiz yokmuş. ‘Bakın çocuklar’ dedi bize. ‘Benden izinsiz nefes dahi almayacaksınız, yoksa bununla size gereken cezayı veririm’ dedi elindeki uzun, sarılmış teli göstererek. Ne olduysa oldu bir yerden kalkıp başka bir yere geçtim. Beni fark etti. Yanıma gelip ‘ben sana demedim mi izinsiz bir şey yapmayacaksınız’ diye ve o telle ellerimin üzerine vurmaya başladı. Geri çekilip bana baktı ve ‘şimdi orda oturabilirsin’ dedi ve derse devam etti. Elimin üst kısmı o telin kıvrımlarıyla şekillenmişti. Hâlâ ellerime baktığımda içimdeki o küçük çocuğun elleri acır. Sayılacak çok şey var; benim gibi, bunun gibi insanların içine sinmiş, pörsümüş nice çocukluk ve okul yılları heyulaları. Herkes anlatsa mı ha değerli öğretmenlerim? Biz talebeydik, lakin dayak talep etmedik.
Zaman geçiyordu. Ve zaman öğütüyordu. Ve öğütülüyorduk. Hepimiz bir değirmenin çarkları arasında sıkışıktık. Öğretmenler vardı, onlardan sonra ‘biz öğretmen olacağız’ derdik; öğretmenler vardı onlardan sonra ‘el aman’ der dersten kaçardık. Aslında onlar bizi kaçırtırdı. Biz zaten dünden razıydık. Onlardan bana kalan ikircikli bir ruh oldu sadece. Şimdi halleri nicedir bilmem.
Zaman geçiyordu. Sopalarla, cetvellerle, sarmalı çelik tellerle v.s. ama zaman geçiyordu. Ve durdurulamayan tek şey olan zaman, bize öğütülmüşlüğümüzü bırakıyordu. Ya da öğütülüşten sonra bizden geri kalanları. Okulu bitirdiğimde şöyle geriye dönüp baktım. Ne vardı öğretmenlerden bize kalan. Onların bize bıraktığı ne vardı. Bana kalan o kahraman öğretmenimin bana öğrettiği okuma yazma idi. Ondan başka yediğimiz dayakların hatırasının beynimde bıraktığı o kara tortu. Başka bir şey yoktu. Başka bir şeye yer yoktu. Gidecek başka bir yerde yoktu.
Öğretmenim. Çok eskiden, çok uzak bir diyarda yaşayan çok bilge bir insan varmış. Bu bilge sorulan her soruya cevap verir, bilmediği hiçbir soru olmazmış. Bilge bu kadar bilge olunca onu kıskananlarda olacaktır elbette. Bilgeyi sevmeyen iki kişi varmış. Bunlar bir araya gelip ‘bu bilgeye öyle bir soru soralım ki soru karşısında çaresiz kalsın’ demişler ve günlerce düşünerek bilgeyi küçük düşürecek bir yol düşünmüşler. Günler sonra akıllarına bir fikir gelmiş. Bir kuş yakalayacaklar ve bilgenin yanına gidecekler. Kuşu arkalarına saklayıp ‘söyle bakalım bilge, bu kuş ölümü dirimi’ diye soracaklar. Eğer bilge diri derse havasız bırakıp öldürecekler, ölü derse uçup gitmesine izin verecekler. Bu şekilde, müthiş bir fikir bulduklarını düşünerek bilgenin karşısına çıkmışlar ve bilgeye sormuşlar: ‘Senden hiçbir soru kaçmaz bilge, söyle bakalım elimizdeki bu kuş ölümü dirimi’? Bilge bir süre elleriyle sakallarını sıvamış, düşünmüş ve: ‘kuşun hayatı sizin ellerinizde’ demiş. Tüm o küçük kuşların hayatı sizin ellerinizde saygıdeğer öğretmenlerim.
Sayın öğretmenlerim. Siz belki beni hatırlamazsınız; ama ben sizi hiç unutmadım. Hem yaptıklarınızla, hem de kişiliğinizle hiçbirinizi unutmadım. Ben kısaca bir göz attım sadece neler olduğuna. Durmayın sizde söyleyin. Benden farklı değilsiniz.
Şimdi bende aynı kapıdayım. Dedim ya; bana kalan ikircikli bir ruh hali. Hâlâ kapıdayım. Bu kapıdan içeri girmek zor. Elimde güller olsun isterim. Karanfiller. Bir öğretmen gibi. Ben derim ki lütfen bu kapıdan artık öğretmenler girsin. Kendine öğretmen yaftası yapıştırılmışlar değil.
Bunca insanın geleceğini, yeteneksizlikleriyle kimsenin karartmaya hakkı yok. Yeni nesil bir hamur. Bu hamura şekil vermeyi bilenler gelip şekil verip pişirsin. Bağa bağdan anlayan bir bağban girsin. Her bahçıvanı bu gül bahçesine salmayın ne olur.
1 Yorum