Sevgili büyüğüm Sulhi Ceylan,
Sana bu satırları, gözlerim yaşlı, büyük bir hasretin içinde kaybolmuşçasına yazmayı isterdim ama şuan sipariş ettiğim acılı iki lahmacun ve yanında gelen sarı kolayla birlikte komikli videolar izleyip haykırarak gülüyorum. Çünkü param var.
Aslında bu mektubu yazmayacaktım lâkin, insanların benim düştüğüm duruma düşmesini istemem. Zira bir insanın hayatı, kurduğu hayalleri, hevesleri, istekleri senin için ne ifade eder bilemem ama benim için oldukça önemli. Fark ettin mi bilmiyorum, eskisi gibi değilim. “Lâkin, zira” gibi kelimeleri cümle içerisinde kullanacak kadar dilbilgimi ilerlettim ve maddi açıdan zenginleştim.
Yaklaşık 5 sene önce, şirkette masamda oturmuş; geleceğim için çalışmalarıma hız vermişken kapıyı açtın ve içeri girdin. O anı hatırlar mısın bilmem ama ben o kapının sesini hiç unutmadım! Defalarca yönetime “Şu kapıyı yağlayın, bir şey yapın, çalışamıyorum!” diye mail attım ama hiçbir karşılık alamadım.
– Süleyman, sen misin?
– Evet, benim!
– Naber?
– İyiyim, siz!
– Ben Sulhi Ceylan, Edebifikir’den.
Sulhi Ceylan! Hayallerime sıkılan kurşunların müsebbibi olan ad ve soyad!
– Duydum ki öykü ve şiirler yazıyormuşsun.
– Evet abi, eşi benzeri bulunmayan, Hint kumaşını andıran, İran halılarından daha güzel detaylara sahip bir şeyler karalıyorum işte.
– Bizim siteye de yaz. Seni meşhur edecem!
Edeceğim değil “Edecem!” Aslında burada anlamalıydım her şeyi. Bu vaadin Sibirya’da güneşlenmek kadar imkânsız olduğunu anlamalıydım. Ama olmadı, heyecanlıydım, istekliydim ve fakirdim!
Biliyor musun abi, bu konuşma sonrasında o güzel ve nadide bedenimin yorulmasını hiçe sayarak geceler boyu siteye hikâyeler yazmak için çalıştım. Peki ne oldu? Hiç. Yazdım, o kadar. Edebifikir büyürken, ben küresel ısınma sonucu eriyen buzullar gibi yavaş yavaş eridim. Peki sen ne yaptın? Söyler misin ne yaptın?
Özlem, yıllarca hasret kalınmış bir dostun ağzından çıkan sözü işitmek, çölde vaha bulmak, muson yağmurlarında ıslanmak, Brezilya’da eksantrik dansçılara eşlik etmek gibi bir şey. Ve ben “seni meşhur edecem!” sözüne kanıp, meşhur olmayı işte aynen böyle özledim. Sen pijamalarınla mandalina soyup yerken işte ben tam olarak bu duygular içinde kaybolup çıkmaya çalıştım.
Bu hep böyle mi sürdü? Elbette böyle sürmedi. Her gün farklı derecelerde dünyaya ısısını yollayan güneş gibi ben de gün gün değiştim. Çalıştım, azmettim, kazandım. Zengin oldum. Çoraplarını pijamasının içine sokup hikâye yazan ben, şimdi röpteşambırıyla sanat filmi izliyorum. Yeni çıkacak öykü kitabının süreciyle alakalı Mehmet Erikli ve Davut Bayraklı’yla sohbetler ediyor, 4A hizmet dökümünden sigorta primlerine bakıyorum!
Eee Sulhi Bey, bir zamanlar meşhur edeceğim diye kandırdığın adam böylesine yükseldi. Sen ise “İnanmak Şifadır” adlı şiirinin ilk kıtasında,
“İşte böyle rabbim
Bitmiyor kendimden gidişlerim
Sıradan mı sıradan yaşıyorum
Ağırlaşmış bir geçmiş
Son bakışın bir ömür süren sancısı
Ve yaralarımı sardığım yalanlar da cabası,”
Yazmak zorunda kaldın! Bu yakarışın sebebi, ben ve benim gibi kalemi kuvvetli, harika hikâyeler yazan insanlardan çaldığın hayatlar mı?
Mektubumu sonlandırmadan önce şunun bilinmesini isterim; “Bizim siteye yaz seni meşhur edecem!” diyen biriyle tanışırsanız “Sakın bu söze itibar etmeyin ve Amerikan başkanı dâhil herkesi devreye sokun” diyorum.
Bu arada unutmadan, nasılsın?
Süleyman Mete
2 Yorum