Aydoğan, burada havaya sağlam bir küfür savurduğumu varsay ve mektubu okumaya devam et. Biliyorum -benim nakıslığımdan, hamlığımdan- ama bir şekilde kendimi ifade etmek, sesimin yankısını duymak zorundayım. Yoksa deliririm. Benim delirmemi istemezsin dimi? Yoksa ister misin, delir kurtul mu diyorsun?
Algı seviyesi değiştikçe doğrular değişir biliyorsun. Evet hepimizin bir planı var. Allah’ın tecellileri ne gösterecek bilmiyoruz. Aklımızla -ki seraba sınırdır- olayları anlamak için sınırlar çiziyor ve tanımlamalar yapıyoruz. Hâlbuki Allah dinini fâcirin eliyle de kuvvetlendirir. Bu konu ince mi ince… Bize düşen sükût orucu tutup tevekkül etmek sanki, ne dersin? Tamam, Musa bin Muslihuddin’in nasıl Merkez Efendi hazretleri olduğunu biliyorum ama bazen bilmek yetmiyor…
İnsan kendini, rüyasında sürekli taze bir günah olarak görür mü deme, görür inan. Herhangi birinin, herhangi bir gece gördüğü ve unuttuğu bir rüya olmayı ne kadar da isterdim. Her gün kalbimde yeniden açılan derin mi derin oyuğa düşüyor ve bir türlü o oyuğun dibine inemiyorum. Nicedir yüzüme bir koyu gölge geldi ve oturdu. İnsanlar ki sözlerim onlara değmiyor, ellerimden kendim tuttum. Hem hayat dediğin uçurumdan düşerken tuttuğun ip değil mi, bir zaman sonra kopacak olan… İp neyi simgeliyor Aydoğan? Bak ne diyor Büchner; “Her insan bir uçurumdur. Başını döndürür kişinin, gidip aşağı bakınca.”
Hayaller gerçeğe dönüşmeyince ne olur sence? Ben söyleyeyim: Hezimet. Kubbealtı Lugatı hezimeti; büyük ve kesin mağlûbiyet, bozgun ve yenilgi olarak tanımlıyor. Ah dünya koskoca bir ağrıdan ibaret, koskoca… Nedense Niyâzi Mısrî’nin bir beyti geldi aklıma: “Haydi Niyazî yürü, atma okun ileri / Derdiyle kul olmadan sultânı arzularsın!” Hepimizin hayalleri var, kendimize ait dünyalar, kendimize yakıştırdığımız hayatlar… Ama bak ne diyor Niyâzi Mısrî “Sen bu evin kapısın, henüz bulup açmadan / Mâşûka kavuşacak, zamanı arzularsın!” Mâşûk dedik, orada kalalım… Mâşuk yaradır, yara…
Biliyorsun yaşanmıştan kaçamazsın. Bir ömür peşindedir yaşanmışlıklar. Adeta pusu kurmuş senin en zayıf anını bekliyordur. Buldu mu o zayıf anı, üstüne abanır… Unutmak hayal!
İnsanın kalbi, kaburgasını zorlar mı sence dışarı çıkmak için? Hem ne zamandır kalp bir bedene sığar oldu ki? Ah, çok afili sorularım var ama sadece sorular. Bu bile yetmez mi o kalbin kaburga kemiklerini kırmak istemesine!
Yaşıyor olmak, daha işlenecek günahların varlığına kanıttır biliyorsun. Aynı zamanda edilecek tövbelerin de… Ben varlık hissimden tövbe etmek istiyorum ama bir yandan da yazmadan duramıyorum, yazmak ki başlı başına ben demek… İbn Arabi hazretleri gelse de elimden tutsa şimdi. Ne diyordu kendisi: “Zıtlar eğer birleşseydi, bir daha birbirinden ayrılmazdı.”
Ağzımda cümle olmamak için direnen kelimelerimi zorlayarak diyorum ki insan cehennemini kendi içinde gezdirir. Ve yine insandır içindeki cehennemi gözyaşlarıyla söndürecek olan…
Ne yazsam ne kadar yazsam da olmuyor. Hep bir şey eksik kalıyor. İşte bu sefer o eksiklik yok olacak, derken… Olmuyor. Olmadı, bu mektup da olmadı. Yeni mektubumu bekle. Belki bu sefer… Yani o zaman… O sihirli kelimeyi… Bir gün bulurum belki. Bulmalıyım…
Sulhi Ceylan
8 Yorum