Belli bir ağırlığın vardı. Bu ağırlık, muadillerine kıyasla daha kullanışlı olman ve sağlamlığından kaynaklanıyordu. Mütevazı olmandan dolayı insanlar seni özel kılıflarda gezdiriyor, yürürken adımlarını dikkatli atıyorlardı. Hatırladığım kadarıyla dedem de seni kemerine taktığı deri bir kılıfla gezdiriyordu. Köy, kasaba ve taşra gibi yerlerde sana sahip olan insanın bir ayrıcalığı oluyordu. Seni özlediğim şu günlerde bir fındık kıramayacak torunlarının türlü kaprisleriyle uğraşıyor, sağladığın samimiyeti bulamıyorum. Kendimle sürekli rekabet içinde olduğum efsane yılan oyununun tadını diğer oyunlarda bulamadığımı itiraf etmek istiyorum. En yüksek dereceyi elde etmek için hırsımla birlikte büyüyen yılan, tüm tuşlarının sağlamlığını gösteriyor, her yenilgide tazelenen fırlatma istediğimden, senin çarparak kıracağın eşyaya kıyamadığımdan vazgeçiyordum.
Çünkü biliyordum ki sen, o küçük ama sağlam cüssenle dokunduğun nesnede mutlaka bir iz bırakırdın. Ölürdün belki ama boşa bir ölüş değildi seninki. Fırlatıldığın hedefe vermen gereken zararı verir, ardından şerefli bir şekilde ölürdün. Finlandiyalılar gibi… Gerçi Finlandiyalısın ama sende biraz Japonluk da var sanki. Belki de annen oralıdır, ne dersin? Ait olduğun teknoloji devi, üretilmen için Çin’e yetki vermiştir belki, daha sonra da Japonya üzerinden piyasaya sürmüşlerdir seni. Olamaz mı? Mektubumu alınca vereceğin tepkiyi, yüzünün alacağı hâli tahmin edebiliyorum, hatta neler diyeceğini de. “Ne hakaret ediyorsun? Soy, sop bırakmadın. Bana söylenecek şeyler mi bunlar?” diyeceksin, hatta yüzün de düşecek, kaşlarını çatacaksın belki ama bana ne kızıyorsun canım, kötü bir şey demedim ki! Sizin dünyanızda çoğalmanın raconu böyle. Hemen ne diye alınıyorsun, çocukluğumun; yılan oyunu oynarken, dört beş tuşa, ardı ardına bastırtan, vazgeçilmez kahramanı…
Yeni neslin seninle anısı pek yoktur belki. Ceviz kırarken seni kullanmayı, bir yılan oyunundan bu denli haz almayı idrak etmekte mutlaka zorlanacaklardır. Bu durum teknolojinin dayattığı bir mecburiyetten ibaret değil mi? Devamlı yenilik üzerine kurulan bu sistem, eskinin kadavrası üzerine kurulmuş sonuçta. Günümüzdeki son model cihazların, otuz sene sonra tıpkı senin şu an yaşattığın hisleri çağrıştıracağından hiç şüphem yok. Ayrıca soyundan gelen hiçbir kardeşinin senin tattırdığın mutluluğa bizleri ulaştırması da mümkün değil. Bütün bunları bilip sana dokunamamanın acısıyla yaşamak da bizim kaderimiz olsa gerek.
Senin hakkını nasıl öderiz! Dedem bile yüzüne bakmayalı birkaç sene olmuşken, bu dünyada seni mumyalayıp müzeye kaldırmaktan başka bir şey gelmez elimizden. En son gördüğümde çocuklarla oyun oynuyordun. Ama bu, yılan oyunu değildi. Biraz hor kullanıyorlardı seni. Hatta seni sen olmaktan çıkarıp bir taş muamelesi yapıyorlardı. Kimsecikler de yadırgamıyordu. Tek söyledikleri “Taş gibi telefon be!”. Oysaki sen, şimdiki telefonların aksine, günlerce uyku uyumadan bize hizmet ederken, biz şimdilerde seni hürmet gösterilecek eski bir dost olarak bile görmüyoruz. Eskiler demişken, dedemlerde seksenlerden kalma tüplü bir televizyon var. Her ne kadar çalışmasa da hürmet görmeye devam ediyor. İlk renkli televizyonumuz diyorlar. Ninem bir dantelle üstünü örtmüş. Üzerine de bir vazo çiçek… Yeni gelinlik kız oluveriyor o tüplü televizyon. Ama sen…
Senden kurtulmak için çabaladığım günleri hatırlıyorum da, ne akılsızmışım. Meğerse beklentilerimin kavşağında beni dizginleyen o güç senmişsin… Hayalden örülü zincirlerimden kurtulmama imkân vermeyen ama bir türlü idrak edemediğim o gizli güç… Bunu senden ayrılınca, elimdeki son model telefonun bana açtığı uçsuz bucaksız diyarların ortasında kaybolunca anladım. İtiraf etmeliyim ki, kaybolan zamanım, körelen duygularım, zihnî bunalımlarım beni her geçen gün sana daha çok yaklaştırıyor. Ama sen yoksun ve artık çok geç.
Eskiden, insanların kendi içine katlanmaya biraz da olsa vakti vardı. Şimdi anlıyorum ki, bu senin bizden esirgediğin “imkânlar” sayesindeydi. Artık içimize dönüp bakmaya tahammülümüz kalmadı. Kalbimiz, ayaklarımıza dolanan bir bağ gibi… Androidlerin bizi ele geçirmesine neden müsaade ettin? Sonuçta hepsi senin torunun. Belki de şuan bu satırları neden yazdığımı düşünüyorsundur. Mektubumu, beni nasıl bir kuyuya attığın gerçeğiyle yüzleşmen için yazdım. Ben dememe bakma, aslında bir toplumun hikâyesinden bahsediyorum sana. Her ne kadar sanal dünyaya gidilen yolun taşlarını sen döşemiş olsan da, masum olduğuna inancımı koruyorum. Biz, seninle mutluyduk. Şimdi mektubuma son verirken hiçbir zaman unutmamanı istediğim bir şey var: Biz senin kadar dayanaklı değiliz!
Edebifikir Akademi Öğrencileri
4 Yorum