Sevgili Süleyman Mete
Bana yazdığın “Bu Aşkın Katili Sensin, Teslim Ol!” serlevhalı mektubunda seni şöhret etmediğimden ötürü dert yanıyor, beni suçlu buluyor ve normalde böyle bir mektup yazma niyetinin olmadığını ama insanların kendi düştüğün duruma düşmemeleri için kaleme sarıldığını söylüyorsun.
Ah Süleyman! Senin beni anlamanı beklemiyordum ama yanlış anlayacağını da ummuyordum. -İnsan neden zıtlıkları sever ki?- Çağımızın ana sorununun hız olduğunu sen de biliyorsun. Herkes, hemen bir şeyler olmak istiyor. Çile çekmek istemediği gibi zorluklara göğüs germek de istemiyor. Bugün bir hikâye yayımlayıp yarın büyük bir hikâyeci olarak isminin anılmasını bekliyor. Bana mektup yazmadan önce siteye hangi aralıklarla yazı gönderdiğine baksaydın sanıyorum bu mektubu yazmaz ve kendinden utanırdın. Mesela “Taklamakan Çölü’nde Bir Tutam Mutluluk” yazını 06.04.2013 tarihinde yayımlamışız. Bir sonraki yazın olan “Hep Dolu Verdik, Biraz da Boş Verelim!”i ise 4.12.2016 tarihinde. Aradaki farkın farkında olmadığını, sigortalı işe girdin diye tarihi de unuttuğunu varsayıyorum. Yoksa bunun mantıklı bir açıklaması yok. 3 yıl Süleyman, 3 yıl, 7 ay ve 28 gün. Yani 1.333 gün… 31.992 saat… Korkma saniye hesabına girmeyeceğim!
Ah Süleyman! Bunlar işin şakası. Benim sana asıl anlatmak istediğim başka bir konu var. Halil Cibran; yalnızlığın yumuşak, ipeksi elleri olduğunu; buna rağmen, güçlü parmaklarıyla kalbi kavradığı ve canını hüzünle yaktığı söyler. Fakat yalnızlığın, ruhani yücelmenin yandaşı olduğunu da eklemeden duramaz. Doğrudur, kişi Hakk’a yalnızken varır. Kalabalıklar içindeyken ve dahi kendi kalabalık iken değil Hakk’a, kendine dahi varamaz. Yücelmek için göğe doğru çekilmek gerek. Çekilmek yani cezbeye düşmek içinse kişinin ağırlıklarını bir bir terk etmesi lazım. Hemen aklına insanın ağırlıkları da nedir acaba, diye bir soru gelebilir. Dur ben cevaplayayım. İnsanın en büyük ağırlığı ben’i yani egosudur. Önyargıları, tartışmasız yargıları, makam ve mülk sevgisidir. Daha da sayabilirim ama meselenin vuzuha kavuştuğunu sanıyorum.
Ah Süleyman! Annenle aranızda geçen bir telefon konuşması esnasında arkadan gelen selâ sesini duyunca “Bu kimin selâsı anne?” diye sorduğunu ve annenin de “Okunan senin selân değilse tövbe için hâlâ vaktin var demektir” cevabını aldığını söylemiştin. Biz buna Anadolu irfanı diyoruz. İrfanın hayat bulmuş hali yani. O halde şöhret olma isteğini nereye koyalım şimdi? Biliyorsun şöhret; belirme, öne çıkma, tanınma anlamlarına geliyor. Yani şöhret ben’le ilgili bir tavır alma hali. Hatta ben’i kutsama hali de diyebiliriz. Düşünmeni istiyorum. İnsanın acizliğini, kâinatın varlığına oranla yok hükmünde olan varlığımızı ve dahi varlığı ve yokluğu bir olan varlık olduğumuzu. Dolayısıyla şöhret ve ün sahibi olmanın ve dahi rezil olmanın hiçbir önemi yok. Yok, çünkü ölümlü bir varlığız. Ölümlü diyorum. Öleceğiz ve diğer insanlar yaşamaya devam edecek diyorum. Sevdiklerimizi ve sevmediklerimizi dünyada bırakıp toprak olacağız diyorum. Hâlâ şöhret, şöhret deyip duracak mısın!
Şimdi bana “Abi sen de bel altı vurdun” diyeceksin sanırım. Ama böyle bir niyetim yok. Dünya haricindeki herhangi bir gezegendeki düşük yerçekimli ortamda kafa üstü duruyor olsaydım da bu mektubu yazar ve insanın önündeki en büyük engelin kendi olduğunu söylerdim. -Sen hiç kafa üstü durdun mu?- Eee, o halde neden bana “seni şöhret edecem” dedin diye de soracak olursan eğer, ben de sana senin istediğin şekilde hitap ettim. Aslında sana ben değil, sen kendine hitap ettin, derim. Ah Süleyman, ben hiç olmadım ki!
Sulhi Ceylan
9 Yorum