Zoraki Diplomat

Künye: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim yayınları 1. Baskı, 1984, 415 sayfa

***

Kitap, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1934-1951 yılları arasında Tiran’da başlayıp Bern’de sona eren zorunlu diplomatlık görevine dair hatıralarından oluşuyor. Yazar, kendisinin çıkardığı Kadro dergisinin devlet erkânında rahatsızlık uyandırması üzerine Mustafa Kemal tarafından  diplomatik kariyerine başlatılıyor.

Kitabın başında yazarın 30 Kasım 1937 tarihli Mustafa Kemal’e gönderdiği bir mektup ve Mustafa Kemal’in bu mektuba verdiği cevap yer alıyor.

Kitabın ikinci bölümü “Diplomatlık Mesleğine Nasıl Girdim?” serlevhasının altında yazar, diplomatlığa dair bir takım görüşlerini ve bu mesleğin kendisi için ne kadar uygunsuz olduğunu açıklıyor.

Daha sonrasında kitap, yazarın sırasıyla görev yaptığı Tiran, Prag, La Haye, Bern ve Tahran kısımlarına ayrılıyor. Bu kısımlar haricinde “Elçiye zeval olmaz ama…” ve “Berlin Yoluyla Türkiye” kısımları da mevcut. Tahran’ın ardından tekrar döndüğü Bern için ayrı bir başlık açmıyor. Bu bölümlerde sıradan diplomat hatıratlarının aksine politik mes’eleleri, diplomatik başarıları değil, görev yaptığı şehrin içtimaî hayatından iktisadî yapısına kadar hemen bütün özelliklerine, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’nın her bakımdan yıkıcı etkilerine dair görüşlerine geniş yer veriyor.

Kitabın son bölümüne yazar “Haşiye” ismini veriyor ve dünya diplomatik sisteminin rezilliğine değiniyor.

***

Abdülhamit sarayının eski silahşorlarından bir Arnavut mebusu, hiç sıkılmadan bana, diyecekti ki: “Sefir Hazretleri, Sefir Hazretleri, bizim aramızda satılık olmayan tek kişi yoktur. Kimimiz Sırp uşağıyız, kimimiz İtalyan kölesi. Hangi taraf fazla verirse oraya kapılanırız. Ama şimdi müzayede devri bitti artık. Şimdi, kralımızdan candarma çavuşuna kadar hepimiz ’makarnacıların’ emrindeyiz.” (Sayfa 90)

Churcill İkinci Dünya Savaşı esnasında başbakanlık koltuğuna geçer geçmez devlet radyosundan “Size yalnız kan, yalnız alın teri vadediyorum diyordu. (Sayfa 176)

Yahya Kemal ilk defa Ankara’ya geldiği gün, oturduğu hanın penceresinden havada uçuşan kuşlara bakıp “Hey mübarek kuşlar” demiş; “biz buraya milletin emriyle gelmiş bulunuyoruz. Ya siz ne halt ettiniz de dünyanın nice güzel yerleri dururken şu çölün üstüne üşüştünüz?” (Sayfa 281)

Bu demokrasi diyarında (Avrupa) söz hürriyeti vardır, lâkin sözünüzü işittirmek ve ulaştırmak vasıtalarına malik olmanız kaydıyla. (…) İlkgençlik çağımdan beri hayranlık ve sevgiyle seyretmeğe alıştığım ve nurunu güneşin aydınlığı gibi bütün dünya malının sandığım Avrupa medeniyeti âlemi, bana kapıları garblılardan başka herkese kapalı sert, sımsıkı ve yalçın bir kale duvarı halinde görünmeye başladı. (…) İyilik, güzellik ve doğruluk namına ne varsa onlarındı ve onlardan başkasının olamazdı. (Sayfa 305)

Avrupalının bizim Şark telakimize göre en büyük kusuru nedir? Yalnız kendi menfaatine düşkünlüğüdür. Bu hal İsviçrelide milli bir karakter halini almıştır. “Pas d’argent pas de Suisse” (Paranın olmadığı yerde İsviçreli de olmaz) meseli boşuna çıkmış değildir. (Sayfa 314)

İsviçre’de kitapla hayat arasındaki ayrılıklardan hiç eser görülmez. İlim kadar san’at da ticarileşmiştir. (Sayfa 314)

İsviçre demokrasisinin tesviyeci silindiri, ta J. Jack Rousseau’dan beri hep sivrilen kafalar üstünden geçip durmaktadır. Zira bu cemiyeti en fazla ürküten ferd, gözlerinin içinde bir deha kıvılcımı parlayandır. Onlar için yüreğinde “Büyük adam” olma istidadını taşıyan her kişi Rousseau’nun yaptığı gibi daha genç yaşta iken göç yolunu tutmak ızdırarındadır. (…) Eski Atina Cumhuriyeti devirlerinden beri bütün direk demokrasilerde hep o tesviyeci silindirin merhametsizce işlediğini görürüz. (Sayfa 316)

Paul Valery’nin “Koca Asya’nın okyanusa uzanmış şu küçücük burnu” diye vasıflandırdığı Batı dünyası şimdi (İkinci Dünya Savaşının ertesinde) her vakitten daha küçük, daha zavallı bir coğrafi mefhum halini almıştı. Neden zavallı? Çünkü bu toprak darlığına rağmen onu yüzyıllarca bütün cihana hâkim kılan maddi ve manevi zenginliklerin yerinde şimdi yeller esiyordu. O artık sömürgecilikten sömürge şartları içine düşmek üzereydi ve yarın bu şartlar içinde şöyle böyle yaşayabilmek için ya Rus komünizminin vahşi nizamına boyun eğecek yahut da Amerikan kapitalizmine avuç açacaktı. (Sayfa 329)

Amerikan hükümeti hataların en büyüğünü milliyetçi Çin’i göz göre göre komünist salgınına terk etmekle işlemiştir. (Sayfa 339)

Bu kimin, neyin zaferiydi? Onun ardındaki ürkek sulh güneşi neden o kadar silik ve isli görünüyordu? Zira gerçekte bu doğan bir güneşin aydınlığı değil, batan bir âlemin son parıltıları idi ve o zafer, birbirine zıt iki hareket noktasından kuyruklu yıldız gibi uzamakta olan ve ne yapacakları, ne zaman çarpışacakları belli olmayan iki düşman kudretin zaferiydi. (Sayfa 342)

Büyük Rıza Şah’ın (İran’da) koyduğu laiklik prensipleri yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. Bir vakitler-onun devrinde- başlarına sardıkları ipekli eşarplar bile polis tarafından çekilip alınan kadınlar, şimdi çarşafsız arka sokaklarda dolaşamaz olmuşlardı. (Sayfa 355)

Balkan Harbi sırasında İttihatçıların Kamil Paşa kabinesini devirmek için yaptığı baskın bir kısım okurların hatırında olsa gerektir. Bu baskın, birkaç şahsın ölümüne sebep olmuş İngiliz dostu ihtiyar vezir de hayli tartaklanıp dövülmüştü. Bu hadiseden birkaç ay evvel İstanbul Polis Teşkilatının başına getirilmiş olan ecnebi emniyet mütehassısına neden gafil avlandığı sorulunca zavallı adam demiş ki “Asla gafil avlanmadım! Ben o gün ve o saat bizzat vaka yerinde idim. Fakat sarıklı hocalarla Jön Türkleri bir arada görünce eski kafalarla yeni fikirler barışmışlar, mesele kalmadı öyle ise diye düşünmüştüm.” (Sayfa 370-71)

İran’a gidip geldikten sonra Avrupa’nın bütün kızları bana birer genç erkek gibi görünmeye başlamıştı. (Sayfa 373)

Aktaran: Tacettin Aslan

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir