Künye: Yorgunluk Toplumu, Byung-Chul Han, Çeviren: Samet Yalçın, Açılım Kitap Yayınları, 2019, İstanbul.
***
Her çağın nevi şahsına münhasır hastalıkları vardır. (…) Hastalık veçhesinden bakılacak olursa, başlamakta olan 21. yüzyıl ne bakteriyel ne de viral; bilakis sinirsel (neural) olarak belirlenmiştir. Depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), sınırdaki kişilik bozukluğu (SKB) veya tükenmişlik sendromu (TS) gibi sinirsel hastalıklar başlamakta olan 21. yüzyılın patolojik manzarasını tayin etmektedir. Bunlar kesinlikle bulaşıcı değildir. Bilakis, bağışıklık açısından yabancı olanın olumsuzlanmasından ziyade ifrat derecesindeki olumlanmasından ileri gelen tıkanmalardır. (Sayfa 7)
Dünyanın pozitifleştirilmesi şiddetin yeni formlarını doğurur. Bu şiddet formları, immünolojik başkadan gelmekten ziyade sistemin kendisine içkindir. İçkinlikleri sebebiyle, bağışıklık savunmasına tepki vermezler. Halet-i ruhiyeyi krizlere sürükleyen şu sinirsel şiddet, bir içkinlik terörüdür. (Sayfa 15)
Yirmi birinci yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de ‘itaatkâr özne’ değil, performans öznesidir. (Sayfa 17)
Sınırlamaları kaldırılmış –ebilmek, performans toplumunun kipidir. Tasdik etmenin topluluk ismi olan “Yes, we can” (“Evet, yapabiliriz”) performans toplumunun pozitif karakterini dile getirir. Yasak, emir veya kaidenin yerini proje, girişim ve motivasyon alır.(…) Disiplin toplumunun negatifliği deliler ve caniler doğurmuştur. Performans toplumuysa depresif ve mağluplar yaratır. (Sayfa 18)
Her şeyden önce depresyon, bir yapabilme ve edebilme yorgunluğudur. Depresif bireyin hiçbir şey mümkün değil çığlığı ancak her şeyin mümkün olduğuna inanılan bir toplumda mümkündür. (Sayfa 21)
İş ve performansın ifratı kendini sömürmeyi şiddetlendirir. Bu ise başkalarını sömürmekten daha verimlidir çünkü özgürlük hissiyle beraber gelir. Sömüren aynı zamanda sömürülendir. Avcı ve kurban artık ayırt edilebilir değildir. Bu kendi kendine çekilme hali, kendine içkin mecburiyet yapılarının şiddete tahavvülü sebebiyle paradoksal bir özgürlük doğurur. Performans toplumunun psişik hastalıkları, böylesi bir paradoksal özgürlüğün patolojik tezahürleridir. (Sayfa 22)
İnsanlığın kültürel icraatları, buna felsefe de dâhildir, bize derin ve yoğunlaşmış bir dikkat vermiştir. Kültür, içinde derin bir dikkatin mümkün olduğu muhiti şart koşar. Bu derin dikkatin yerini gitgide tamamıyla başka bir dikkat formu alır: Hiper-dikkat. Çeşitli hedefler, bilgi kaynakları ve işlemler arasındaki âni odaklanma değişiklikleri bu dağınık dikkati işaret eder. Sıkıntıya karşı az bir tolerans gösterdiği için de, yaratıcı süreçler için hiç de önemsiz olmayan derin sıkıntıya çok az müsaade eder. Walter Benjamin bu derin sıkıntıya “tecrübe yumurtasına kuluçkaya yatmış bir rüya kuşu” demiştir. (Sayfa 24)
Dinlenmenin ortadan kalkmasıyla “dinleme kabiliyeti” kaybolur ve “dinleyenler cemaati” sırra kadem basar. Bizim aktivite topluluğumuz ise dinlenmeye taban tabana zıttır. “Dinleme kabiliyeti” doğrudan doğruya, yoğunlaşmış ve derin dikkat istidadımıza dayanır, ki buraya hiperaktif ego için herhangi bir giriş yolu yoktur. (Sayfa 25)
“Huzur eksikliği sebebiyle medeniyetimiz yeni bir barbarlığa dönüşüyor. Hiçbir zamanda çalışanlar, yani huzursuzlar, bu kadar muteber değildi. Bu sebeple insan karakterine dair ele alınması gereken en önemli düzeltmelerden biri ondaki dalgınlaşma unsurunun önemli bir derecede güçlendirilmesidir.” (F. Nietzsche) (Sayfa 27)
İnsan bakmayı, düşünmeyi ve okuyup-yazmayı öğrenmelidir. Nietzsche’ye göre öğrenmenin amacı “yüksek kültür” olmalıydı. Bakmayı öğrenmek demek, “gözü sükûnete, sabra ve kendine-gelmeye-bırakmaya alıştırmak”, yani, gözü derin ve yoğun bir dikkate, uzun ve aşamalı bir bakışa ehil kılmak demektir. (Sayfa 37)
Performans toplumunun yorgunluğu tecrit ve izolasyon dokuyan, yalnız bir yorgunluktur. Bunu Peter Handke “Yorgunluk Üzerine Denemesi”sinde “bölücü yorgunluk” olarak isimlendirir. “İki kişi önlenemez bir biçimde birbirinden uzak, her biri kendi en yüksek yorgunluğuyla meşgul; bizim yorgunluğumuzdan ziyade, seninki orada benimki burada yorgunluğu.” Bu bölücü yorgunluk kişiyi “dilsizlik ve bakış beceriksizliğiyle” vurur. Bakış sahasını tamamen ben zapt eder. “Ona ‘Ben senin yorgununum’ diyebilemem, hatta ‘Yorgunum!’ bile diyemem (ki bu belki de bizi bireysel cehennemimizden kurtaracak ortak haykırışımız olurdu)…” (Sayfa 52-53)
Handke bu dilsiz, bakışsız, bölücü yorgunluğun karşısına beliğ, gören, barıştıran bir yorgunluk koyar. “Az ben’in fazlası” olarak yorgunluk, benin mandalını gevşeten bir aralık açar. Yalnızca başkasını görmem, ben kendim de bir başkasıyımdır ve “başkası da aynı esnada bendir.” (…) Bu yorgunluk ben’i “açar”, beni dünya için “geçirgen” hale getirir. Yalnız-yorgunlukta tamamıyla imha edilen “ikiliği” tekrar üretir. İnsan görür ve görülür. İnsan dokunur ve dokunulur. (Sayfa 53)
Handke’nin yorgunluğu kesinlikle bir ben-yorgunluğu, takatsiz benin yorgunluğu değildir. Bunu birçok kez “biz-yorgunluk” olarak dile getirmiştir. Burada ben senden yorgun değilimdir, Handke’nin söylediği gibi, “sana yorgunumdur”: “Öylece otururduk –benim anılarımda hep dışarıda, öğle üzeri güneşinde- ve konuşarak ya da susarak bu ortak yorgunluğun tadını çıkarırdık… Bir yorgunluk bulutu, uçucu bir yorgunluk bulutu birleştirirdi bizi o zamanlar.” (Sayfa 56)
Edebifikir