Künye: Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyâtı, Ocak 2014.
***
1994 senesi Ramazan’ında, içimde, bu “Attar Dükkânı” ile ilgili olarak yaşadıklarımdan hafızamda yer etmiş olanları yazıya geçirmek hususunda bir heves doğdu. (syf. 7)
“Bizde, müesseselerin devamlılığı niçin korunamaz?” sorusunun cevabını “Yaradan’dan başka her şeyin tükeneceği” (Kur’an-ı Kerim, XXVIII/88) inancının getirdiği bir “dünya malını umursamazlık” keyfiyetinde aramak, kanaatimce hakkın çok uzağına düşmek olur. (syf. 10)
Ahmed Ağabey’in devam ettiği Sultanahmed San’at Okulu’nun kurucusu, Sultantepesi’ndeki Özbekler Tekkesi meşayıhinden, büyük ebru üstadı (o da “hezarfen” lakabıyla meşhur) Şeyh Edhem Efendi’dir. (1829-1904) (syf. 14)
İmamların, kıldırdıkları namazın tavrına göre, cemaati fevkalade tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan, ve bilhassa teravih namazlarından, bilmekteyim. (syf. 17)
Aktar Hocalar’ın dükkânı zamanın bazı meşhur san’atkarlarının, ariflerinin, sırlı sofilerin ve meşayihinin sohbet ve muhabbet etmek üzere sürekli uğradıkları bir yerdi; adeta Akademi gibi bir şeydi. (syf. 23)
7-8 kişi bu dükkana zar zor sığıyordu; ama, bu irfan meclislerindeki sohbet ve muhabbetin lezzeti herkesi uhrevi bir âleme ref ettiğinden, kimse bu sıkışıklıktan müşteki olmuyordu. (syf. 26)
Aktar Hocalar’da herşeyin çok cüz’i bir karla satılmasına rağmen, kul hakkına hürmet ve riayet titizliğinin lutfettiği bereket dolayısıyla bu dükkândan iki aile, yani cem’an 9 kişi, kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi. (syf. 28)
Attarlık, yalnızca bu maddeleri satmak değildir. Attarlık, aynı zamanda, şifa veren bitkiler aracılığıyla insanların rahatsızlıklarını gidermeyi hedef alan bir nevi pratik hekimliktir de. (syf. 29)
Gizlice eski yazı ve Kur’an okutan hocalar da önce Elifba’yı talim ettirirler, sonra da Kur’an’ın 30. cüz’ü olan “Amme” cüz’ünü okutur ve bu cüzdeki namaz surelerini ezberlettirirlerdi. (syf. 33)
İpleri kopan tesbihleri yeniden dizmenin gerçekten inceliklere sahip bir hüner olduğunu ben bu dükkânda idrak ettim. (syf. 33)
Bana Mızraklı İlmihal’in umdelerini teorik olarak ve sert bir eda ile korkutarak ezberletmek yerine, önce Hazret-i Peygamber’in ve O’nun sadık yakınlarının muhabbetini aşıladılar. (syf. 41)
Eski Üsküdar’da hamile olduğunu idrak eden bir hanımın ilk yaptığı şey, boy abdestini tazeleyerek Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin türbesini ziyaret etmekti. (syf. 42)
Bütün bu hayırlı işlere vasıta ve sebep olan Saim Efendi Amca’nın ahvali havf ve reca arasında salınan samimi bir ittikayı remzederdi. (syf. 45)
Abdulbaki Gölpınarlı da Attar Dükkanı’nın müdavimlerinden olduydu. (syf. 49)
İbrahim Alaeddin Gövsa’nın 4 ciltlik Meşhur Adamlar Ansiklopedisi onun kitapları arasında en çok ilgimi çekeni idi. (syf. 53)
Cezbesini hafifletmek üzere Mustafa Ağabey de öğrendiklerinin bir kısmını, ama o da ben de farkında kendi cezbesiyle birlikte, bana naklediyordu. (syf. 55)
Cenab-ı Hakk’dan karşıma bir mürşid-i kâmil çıkarmasını ve bu zatın da derdime merhem olmasını niyaz etmekteydim. (syf. 56)
Mücerred bir hayat süren (yani hiç evlenmemiş olan) Eşref Efendi Amca, Üsküdar’ın Bağlarbaşı semtinde İcadiye mahallesinde kızkardeşi ile birlikte otururdu. (syf. 57)
Kızkardeşi: “Hayrola Ağabey; bir şey mi unuttun?” diye sorunca “Vakit tamam oldu. Seni Efendim Hazretleri’nin ruhaniyetine emanet ediyorum” diyerek yatağına uzanmış ve ruhunu teslim etmiş. (syf. 63)
Bir gün Ömer Efendi Beykoz’da vapurdan inip de biletini verdiği anda, nasıl olduğunu bilmeden, tayy-ı mekan ederek kendini Akbaba’daki evinde bulmuş. (syf. 67)
Attar Dükkânı’nın ve bütün Üsküdar’ın muhterem aşinalarından biri de Galata Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmed Celaleddin Dede (1853-1946) idi. (syf. 69)
Ahmed Celaleddin Dede bir gün Sükuti Dede’yi: “Dede sen bilirsin; söyle bana zamanın Kutb’u kimdir?” diye sıkıştırmış. (syf. 77)
Takunyacı Kemal’in babasının gönül gözü açık, cezbe halinde bir zat olduğu hakkında günümüze kadar ulaşmış bazı menkıbeler vardır. (syf. 81)
Cezbemi küllendirmek ve içimdeki kasırgaları gözlerden ırak tutabilmek için delicesine spor yapmağa başlamıştım. (syf. 83)
Aman Allah’ım! Bu ne büyük lütuftu! Mübarek bir zat bu fakiru’l-hakiri, bu acizi, Allah’ın bu günahkar kulunu resmen kendisine davet etmişti. (syf. 85)
Bunu bana naklederken: “ Ama Yüksel’ciğim, ben bu zatı ilk defa görüyordum. Eşref Amca kat’iyyen yanında böyle bir zat olduğu halde bize gelmiş değil!” diye de hayretini izhar etmekteydi. (syf. 91)
Bir gece âlem-i manada mürşidim ile Saim Efendi Amca’yı Doğancılar Camii’nin önünde gördüm. (syf. 91)
1961’den 1978’e kadar Kadıköy’de oturduğum dönemde Attar Dükkânı’nı haftada en az iki kere ziyaret ederdim. (syf. 93)
O halde bu tesbihe sahib olmağa, çekip muhafaza etmeğe layık acaba kim olabilirdi? (syf. 104)
Bütün bu cilveler insanı Cenab-ı Peygamber’in El-hayru fi ma vaka (Meali: “Vuku” bulanda hayır vardır) hadisinin ma’nasını nasıl da derin derin düşünmeğe sevkediyor! ( syf. 105)
Neyzen Niyazi Ağabey, bir gün bana, bu dükkanın rahmani füyuzatının sebep olduğu maddi ve manevi müktesebatını hamd ü şükranla ve cezbeyle yad ederken: “Yüksel’ciğim; biz bu dükkandan geçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkan süprüntüsünden beter olurduk” demiştir. (syf. 110)