Umrandan Uygarlığa

Künye: Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, 2013, İstanbul.

***

Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün câmileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! (Sf. 9)

Gübreden güzel çiçekler fışkırır, doğru! Ama lağımdan çiçek fışkırdığı görülmüş mü? İnsanlık böyle bir bataklığa saplanmış asırlardır, Yunan Latin bataklığı… Ve uyuyakalmış. Sonra çalkalanmış durgun sular. Ve zekâ coşkun kaynaklar gibi çamurlarından arınmaya başlamış. (Sf. 16)

Çağdaş yöntem ne demek kuzum? Başka bir medeniyetin hazırladığı, başka bir medeniyetin hâkimiyet kurmasına yarayan karanlık güçlerin bütünü değil mi? Bu yöntemler, ülkeden ülkeye aktarılabilir mi? Çok titiz, çok sabırlı bir ayıklamadan geçirilmeleri, ehlileştirilmeleri gerekmez mi? “Ulusal uygarlık” ağacına nasıl aşılayacağız bu yöntemleri? İki yüzyıldan beri aşılamaya çalışmıyor muyuz? Çağdaşlaşmak belli tedaileri olan bir kelime, cıvık, sinsi, kaypak. (Sf. 25-26)

İslâm dünyası adaletle hürriyeti baş tacı ettiği müddetçe yükselmiş, Hıristiyan dünya bu temel değerlere ihanet ettiği için karanlıklarda kalmıştı. Hatasını anlayan Batı, adalet ve hürriyete dört elle sarıldı, terakki ve tekâmülün merkezi oldu böylece. Bizse o kutsal ilkelerden yüz çevirdik, çöküşümüzün başlıca sebebi bu. (Sf. 50)

Zavallı Türk intelijansiyası! Kimlerin peşinden gitmemiş. Düşmanları dost, dostları düşman tanımış. Peygamber’in adını anmağa cesaret edemeyen bir Efganlı’yı Peygamber kadar saygıya lâyık görmüş. (Sf. 76-77)

Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz, bir hilkat garibesi. (Sf. 86)

1951’de bir Alman tarihçisi diyor ki: “medeniyetin kültürü, tekniğin insanı yok etmemesine çalışmak hepimizin görevi”dir. (Sf. 97)

Çağdaş Avrupalı, ya ümitsizlik, ya iman, diyor. Başka yol yok. Zavallı büyücü çırağı, uyanışın biraz geç olmadı mı? (Sf. 107)

Avrupa, “kapana tutulan fare”nin telaşı içindedir. İlim, haysiyetini kaybetti, ahlaktan söz etmeye hakkı yok artık. İdealizm ölesiye yaralı; gerçeklik deyince sayısız günâhlar, sayısız cinayetler geliyor akla. Hem hırs suçlu, hem feragat. Salip, saliple, hilâl hilâlle boğaz boğaza. (Sf. 115)

Kapitalizm ile Marksizm de insanın tabiat üzerindeki zaferini alkışlamışlardır. Sanki tabiatın canına okumak insanoğlunun en epik macerasıymış gibi. (Sf. 119)

İnsan, daha güçlü hayvanlara karşı kendini koruyamaz tek başına, tek başına ihtiyaçlarını karşılayamaz; demek ki bir arada yaşamak tabiî ve zarurî. Ama insanlar saldırgandırlar. Bazı müeyyideler olmadıkça bir arada yaşayamazlar. (Sf. 151)

Türk insanının en büyük noksanı siyasî düşünceye gözlerini kapamış olmasıdır. Bütünü bilmediğimizden ya sloganlara esir olduk, ya ideolojilere köle. Siyasî düşünce çağdaş insanın yolunu aydınlatacak en emin projektördür. (Sf. 164)

Hak dinine ihanet eden zâlim hükümdar, ayağını denk alsın: kanı helâldir, onu katletmek “zalimi katletmektir”. (Sf. 185)

Dizginleri gevşetilen insanın kurtlaştığına şahit oldular; anladılar ki, aşırı hürriyet anarşiye açılan bir kapı, anarşiye yani cangıl kanunlarına. (Sf. 199)

Avla geçinen bir kabile, bu gıdaları tesadüfe borçlu olduğuna inanabilir. Ama tarım hayatına geçer geçmez, yiyeceklerinin temininin bir sebep-netice zincirine bağlanabileceğini fark eder. Kafasında rasgele bir sıralanışın yerini zorlu bir bağlılık fikri alır. Bu fikirlerden biri irade-i cüziye doktrinini, öteki kaza ve kader inancını doğurmuştur. (Sf. 241)

İdeoloji, çağdaş batılı yazarların kaleminde iltifattan çok hakarettir. Bir filozof, “ideolojiler düşünceleri tıkar” diyor, “bunlar geniş bir tüketimi karşılamak için dondurulan ve yalınlaştırılan tecritlerdir”. (Sf. 262)

İdeolojiler sosyal durumun çarpıtılışı, maddî şartların yalın bir ifadesi, çarpık veya doğru, nihayet toplumda değişiklikler yapmaya mümkün kılacak bir sâikler manzumesi olarak yorumlanmaktadır. Hayalî inançlar hareketlerimize yön verebildiklerine göre, ideolojilerin tarihî vetirede bir nevi bağımsızlıkları var demektir. Artık, birer gölge olay sayılamazlar. Böyle olunca da ortaya yeni bir nazariye çıkmıyor mu: birbirleri üzerinde etki yapan âmiller nazariyesi. (Sf. 283)

Okuyucudan özür dilerim. Tercüme ilerledikçe tuhaflıklar insanı rahatsız etmeye başlıyor. Gülmek mi, ağlamak mı lâzım bilmiyorum. Tanrı genç okuyucuların yardımcısı olsun. (Sf. 329)

Aktaran: Muhammet Emin Oyar

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir