Künye: Türk Dikkati, Fatih Mehmet Şeker, Dergâh Yayınları, 1. Baskı, 2016, İstanbul.
***
Ehl-i harb kılıç ve mızrakla çıkış yolu bularak devlet ağacını diker. Nazar ve kalb ehli de kalem ve kelâmla mücadele ederek bunun meyvelerini yer. Yolları kısaltan ve hayatı okunacak bir kitap hâline getiren kılıçla mekâna, düşünceyle de zamana tasarruf edilir. Meydan kılıcın âlem kalemindir. Hiçbiri diğerinin tesirinden uzak değildir. Düşünce kılıcın vazifesini gördüğü gibi kılıç da düşüncenin vazifesini görür. Kâtip Çelebi ile Koçi Beg’in kalemi aslında IV. Murad’ın kılıcıdır. Niyazi-i Mısrî’nin dikkat çektiği üzere “her işin kendine mahsus bir semeresi vardır”. Heidegger’in “savaşta hayatta kalamayan, düştüğü yerde yatar” sözü bu şekilde de anlaşılabilir. (Sayfa 14)
“Şark kafasıyla ne dereceye kadar Avrupalı olunabilir?” sorusunun felsefi çerçevede tartışması yapılmamıştır. İçine girdiğimiz anda dışında bulunduğumuz bir âlemden bahsettiğimiz ortadadır. Schopenhauer de, Rıza Tevfik de bir Türk’ün Avrupalı olmasını imkân dâhilinde göremezler. Batılı olmak Avrupa medeniyetinin zihniyet dünyası ve sosyal hayatı içinde doğup büyümekle mümkündür. (Sayfa 40)
Ebû Hanîfe, Mâtürîdî, Gazzâlî ve Mevlânâ’yı ortadan kaldırmak İslam’ın bugünü ve geleceğini tesadüflere terk etmekle eş değerdir. İdare ettikleri dünyayı mütefekkirlerle tartması gereken siyasi iradenin düşünce ve diyalektiğinin nereye yaslanması gerektiğinin yol haritası onlardadır. (Sayfa 47)
Siyasette iktidar sahibi olmak fikriyâtta muktedir olmaya bağlıdır. (Sayfa 53)
Osmanlıların gözünde “hat lisân-ı yeddir” yani yazı elin dilidir; zira ezberlenen gider, yazılan kalır. (Sayfa 58)
Fikir âlemimizin ebedî türbeleri olan klasikler, hem rûhumuzu hem de iskeletimizi teşkil ederler. Birer felsefe ve irfân ocağı olurlar. Tecrübe ettiğimiz bütün usûller, hayatın bir nevi remzini teşkil eden bu eserlerdir. (Sayfa 65)
Mütefekkirlerin gözünde hükümdâr vahiy almayan peygamber gibidir. Mühür kimdeyse Süleyman odur. Orhun Âbideleri’nden beri tarihin şehadet ettiği bu manzara batıda da değişmez. Eflâtûn “Tanrı idare etme yeteneği olanların hamuruna altın koymuştur” derken Hegel de şöyle der: “Devlet İlâhî ideanın yeryüzündeki aksi, var oluşun nihai maksadıdır.” Nurettin Topçu bu gerçeği “din Allah’ın emri, devlet O’nun hareketidir” şeklinde dile getirir. (Sayfa 89)
“Türk milleti bir dinde ve bir mezhepte olan ve Türkçeyi müşterek lisan telakki eden, Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut ve Boşnak unsurlarının Kurûn-ı Vustâ’dan beri terkibiyle vücut bulmuş bir millettir. Bu kitle birdir ayrılamaz. Türk devleti aslı olan Müslüman tabakanın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhatle yaşayamaz; zira milletleri mayalayan kan değil dindir.” (Yahya Kemal) (Sayfa 118)
Osmanlı’da felsefeyi kelâmi bir vadide fonksiyonel kılmanın espirisi Kâtip Çelebi’nin şu sözündedir: Herhangi bir mezhep bazı ilimlerin kınanacak yönlere sahip olduğunu söylese bile o ilmi en azından ona inananlara cevap vermek için öğrenmek gerekir. (Sayfa 133)
Tasavvufla felsefe arasındaki irtibat, hem yapısal hem de tarihîdir. Nazarî tasavvuf, felsefe içinde tasavvufu; tasavvuf içinde felsefeyi düşünme hamlesidir. (Sayfa 152)
Fuzulî, mütefekkirlerin şâir, şâirlerin mütefekkir olduğunu bir devrin adamıdır. Teşekkülünü çoktan tamamlamış bir dünyanın peşi sıra yürüyen şâir, İlâhî âlemin kapısını yalnızca şiirle değil düşünceyle de aralamanın imkânlarını yoklar. (Sayfa 163)
Nurettin Topçu metafizik anlayışında Mevlânâ ile Yûnus’a merkezî bir yer verir. Fakat bu iki mutasavvıfın dünya görüşlerine zemin teşkil eden unsurları mahkûm ederek dikkat çektiği hususları buharlaştırır. Asırları omuzlayan inanç ve düşünceleri bir sembol hâlinde ifade eden, bütün tarihin bir özü ve simgesi olan mitoloji, efsane, masal, menkıbe, örf ve âdeti hakikatin karşına yerleştirir. Semboller ve efsanelerin, hakikati hatırlatan vasıtalar olduğunu ciddiye almaz. (Sayfa 201)