Tasavvufî Bilgi

Künye: Tasavvufî Bilgi, Ali Tenik, Litera Yayınları, İstanbul, 1. Basım, 2017.

***

Sokrates’in bilgi konusundaki görüşleri de ilgi çekici ve kayda değerdir. O, bilgiyi insanın kendin ortaya koymasına bağlayarak, insanlara “Kendini bil!” çağrısı yapar. (Sayfa 18)

Platon’a göre bilme süreci, özel bir türüyle gerçekleşir. Bu da ruh gözüyle görmedir. Ruh gözüne örtü ve engel olabilecek şeylerden kurtulmak gerekir. Mağara miti / alegorisi bilginin, varlık ve oluşun, eylem ve tefekkürün buluşup iç içe geçtiği hatırlama sürecinin farklı aşamalarını anlatır. (Sayfa 20)

Aurelius Augustine’e (öl. 430) göre, bilginin en alt derecesi duyuların bilgisidir. (Sayfa 21)

Augustine’e göre bilgi, kalbin ve idrakin iş birliğiyle sağlanmaktadır. İnsana canlı ve birleştirici hakikati verebilecek gerçek, yalnızca bilgidir. (Sayfa 22)

İnsan ne kadar bilge olursa olsun kendi çabasıyla doğruyu, hakikati ve asıl iyiyi bulamaz. Bu ilahî hakikat, ancak özgür bir varlık olan insanın, kendi doğasında var olan ilahî güçle sağlanabilir. (Sayfa 23)

Hume, aklın, hiçbir zaman tek başına iradenin herhangi bir eylemini yönetecek güçte olmadığını; aklın, arzunun yönetiminde tutkuya karşı koyamadığını ifade eder. Onun için insanın isteklerini, hareketlerini belirleyen şey akıl değil tutkulardır. Tutkular ise beden ve zihnin bütün faaliyetlerinin temelinde yatan haz ve acı ilkesi tarafında yönlendirilir. (Sayfa 23)

Immanuel Kant (öl. 1804), zihnin yalnızca uzay ya da zamanda var olan şeyleri anlayabileceğini ve bunun dışındaki şeyleri düşünmeye elverişli olmadığını ifade etmektedir. (Sayfa 25)

Kant, kendinden önceki filozofların aksine duyular yoluyla ve deneyle edinilen bütün bilginin kuruntudan ibaret olduğunu iddia etmektedir. Ona göre ancak saf anlama yetisinden ya da aklın idelerinden çıkan bilgide doğruluk vardır. (Sayfa 25)

Bergson, felsefeye, aklın içgüdü ile kaynaşmasından doğan ve “sezgi” denilen bir bilgi aracını katarak kendine yeni bir yol seçer. (Sayfa 27)

İşte Bergson’un oluşturduğu bu anlayışa göre, mutlak gerçeklik bilgisini insana ancak sezgi verebilir. Zira sezgi, kendisinde tek ve tarif edilemez olan şeyle birleşmeyi sağlamak için kişiyi bir varlığın içine sürükleyen zihnî sempatidir. (Sayfa 27)

İnsan kendi yaratılış sebebini idrak edip kendi benliğini ona göre inşa ederse kendini gerçek anlamda tanıyacaktır. (Sayfa 30)

Tasavvufta bilgi, ilahî inayetle gelen, kalpte ve amelde rabbânî dalgaların oluşturduğu hakikattir. (Sayfa 33)

Mârifet, ancak kalbin bir bütün olarak Allah’a has kılınması ve sürekli Allah’ın zikri ile cilalanmasıyla olur. Bu da bütün mâsivâyı akıldan ve gönülden çıkarmakla gerçekleşir. Medlûlü, delil ve kanıtlarla ispat etmek çabasında olan istidlâl yolu, Allah ilmi olan tasavvuf anlayışının dışındadır. (Sayfa 39)

Tasavvuf, bilgiyi ve bilmeyi var olmanın ilkesi, insanı da bilginin ve bilmenin öznesi yaparak insan hayatının tümünün ilâhî bilgiyle şekillenmesini istemektedir. (Sayfa 45)

Tasavvufta bilginin değeri ortaya konulan hâl/ eylem ile doğru orantılıdır. (Sayfa 46)

Tasavvuf, insanı önce “kendi” bilgisine, daha sonra da “dış dünyaya” yönlendirir. Çünkü insanın “kendini” ve “varlıkları” bütün boyutları ve delilleriyle bilmedikçe kendindeki ve dış dünyadaki bilgileri algılaması, idrak etmesi mümkün değildir. Bütün varlıkları tam olarak algılamak bilginin kendisidir. (Sayfa 46)

Akıl yalın şekliyle bizzat Allah’ı tanıyamaz, ancak ilâhî feyzle nemalanırsa Allah’ı tanıyabilir. (Sayfa 46)

Vücut, bütün organlarıyla Allah’ın ilminden beslenirse artık akıldaki bilme, kalpteki oluş ve arayış da O’nun iradesiyle meydana gelir. Eldeki tutma, ayaktaki yürüme, gözdeki görme ve kulaktaki duyma kabiliyetlerinin oluşması, O’nun ilim tecellileriyle gerçekleşir. (Sayfa 50)

Tasavvuf anlayışında, Allah’ın tanınarak bilinmesi, bütün mârifetlerin/ bilgilerin nihai noktası ve bütün bilgilerin meyvesidir. (Sayfa 53)

Eğer insan, Allah’ın azametini idrak etmekteki mutlak yetersizliğini bilirse, kendi mükemmelliğinin sonuna gelmiş olur ki bu da nihai hedef olan “Allah’ın insanı” olma noktasıdır. (Sayfa 60)

Hikmet, insanların satırlarda okuyup öğrendikleri değil Allah’ın yarattığı her nesnede saklı olan tecellisini yani isim ve sıfatlarını algılayarak onlarla aydınlanmaktır. (Sayfa 90)

Sûfîler, ruh, nefs ve kalp kelimelerinin bazen akıl anlamına gelebileceğini söyleyerek, bundan da insanın bilici, idrak edici kuvvetini, yani insanın hakiki yönünü kastetmişlerdir. (Sayfa 121)

Bazı sûfîler, vesveselerin, vehm ve hayalin merkezinin beyin/ dimağ olduğunu söylerken, aklın ışığının kalbe indirilen bir hidayet ve nur olduğunu ifade etmektedirler. (Sayfa 126)

Akıl, sûfîler için bilginin idrak merkezi ve kaynağı olduğundan, ondan vazgeçmek hayattan vazgeçmek demektir. (Sayfa 132)

Akıl, hiçbir şekilde yok sayılmayacak bir gerçektir. Çünkü Allah’tan insana gelen bütün hakikatler akılla tanınır. Bu vasfıyla ilâhî gerçek olan akıl yalan söylemez ve ilâhî çizgiden sapması da mümkün değildir. (Sayfa 132)

Kalp, Allah’a vuslat için yaratıldığından, Allah’a olan seyrinde katedeceği merhaleler için bineği beden, azığı da ilimdir. Bu yüzden kalp, eşyanın özünün vasıtasıdır. (Sayfa 151)

Bu evrensel akıl ilkesiyle hareket eden âlim kişi, eşyanın gerçeklerinin kendisine kalp vasıtasıyla göründüğünün bilincindedir. Çünkü ilim, nesnenin aynada görüntüye gelmesinden ibarettir.(Sayfa 143)

Kalbî bilgi, doğrudan eyleme dönüşen bilgidir. Kalbin dışında başka herhangi bir araçla oluşan bilgi ise sadece taklitten ibarettir. (Sayfa 149)

Zira kalp, her türlü duygunun merkezidir. Kalbin “Allah’ın mahzeni” olma vasfını kaybetmemesi için daima Allah’ın feyziyle cilalanması gerekir. Kalbin esas gücü ilim, hikmet ve düşüncedir. Kalp bunların dışına çıktığında ilâhî özelliklerini kaybetmiş olur. (Sayfa 150)

Allah, önce bilginin nurunu kalbe yönlendirir. Kalbe gelen nur vücudun bütün organlarını Allah’ın bilgisini kazanmaya uyararak onları her nesnede Allah’ın bilgisinin tecellisini algılamaya yönlendirir. İşte vasıtasız bu bilgi, yani mâsivâdan arındırılmış bilgi, kalbin kuvveden fiile çıkmasıyla elde edilir. Bu da vasıtasız en şerefli bilgidir. (Sayfa 151)

Kalbin idraki, kavramsal olmaktan ziyade zevkî ve hissî bir idraktir. (Sayfa 152)

İlmin elde edilmesinin temel şartı, peygamberler ve Allah dostlarının yaptığı gibi kalbi Allah dışındaki ağyardan tamamen temizleyip bir bütün olarak O’na has kılmaktır. (Sayfa 153)

Allah’ın nurunun bilgisinin zuhur etmesi tecellî olarak isimlendirilir. Bilgi, varlıkta içkin olduğundan varlığı oluşturan tecellî aynı zamanda bilgiyi de ortaya çıkarır.(Sayfa 176)

Mârifet, insana müşâhede dünyasında baktığı ve gördüğü her şeyde bir ilâhî işaret ve ilâhî bilgi görme kabiliyeti vermektedir. (Sayfa 196)

Eşyayı bizzat kendisiyle bilen kişi doğru bilgiye ulaşmıştır. Bilgiyi bizzat kendisiyle değil de kendisine ilave olan bir özellikle elde eden kişi ilave şeylerle taklit ediyor demektir. (Sayfa 197)

Bilgi, mümin için sembolik anlamda bir ışık ve aydınlık değildir; o, gerçek hakkında bilgilenip yaşamak için bir daha yanlışa dönmemek üzere insanın kendini ilâhî aydınlığa bırakması, mükemmelliğe ermesi, ilâhî hakikatlerle bütünleşmesidir. (Sayfa 215)

Allah’ı her nesnede müşâhede edenler O’nun isim ve sıfatlarını İlâhî nurla görerek bilgilenirler. Bu yolla Allah’ın bilgisini bilip tanıyanlar keşfî bilgiye ulaşanlardır. Bu bütün bilgilerin ötesinde bir hakikattir. Çünkü keşf sahibi olmayanın ilim sahibi olması mümkün değildir.82  Zira bu yol, insanın kendi kesbi ve tahkiki sonucunda gerçekleşen ilâhî murada uygun bilgiyle hâl ortaya koyma gerçeğidir. Bu yüzden hiçbir bilgi türü keşfe, müşahedeye dayalı bilginin seviyesine ulaşamaz.(Sayfa 229)

Allah dostları, ansızın yani “şimşek çakışı” gibi kendi içlerinde buluverdikleri bilgiden emin olduklarını ve şimşek gibi gelip gönüllerini ihata eden bu bilginin ilâhî bilgi olduğunu söylemektedirler. (Sayfa 232)

Keşf, kalbin idrak eylemidir yani Allah’ın nesnede saklı olan ilmini anlamaktır. 86 Zira kalbin nesneyi bilmesi doğrudan bilmektir. Yani kavramsız, nakilsiz bir şekilde Allah’tan gelen bir bilgiyle bilmektir. İşte Allah’ın insanlardan istediği bilgi budur. (Sayfa 236)

Tasavvufî bilginin önemli bir ayağını teşkil eden keşf, kelime anlamıyla açmak, kaldırmak, perdeyi açmak anlamına geldiği gibi terminolojik olarak perdelerin arkasındaki hakikatlere ve sırlara vâkıf olmak manasında kullanılır.Keşf, genelde tasavvufî bilgiye ulaşan kişilerde gerçekleşen bir fenomendir. Keşfin oluşması için sûfînin ilâhî/öz benliğini bulması gerekir. Bu kendini bilme sürecinde sûfî “ölmeden önce ölmek”  sözünün gereğince kendini “yok” aşamasına getirecektir. (Sayfa 246)

Yakîn, hiçbir şüphenin kalmayacağı şekilde bilinen şeylerin kişi tarafından keşfedilmesidir. Bu tür bilgiye yanlışlık ve vehm asla yakışmaz. İşte bu bilgi, Allah dostlarının Allah’tan aldığı bilgileridir ya da Allah bilgisiyle şekillenmiş âlimlerin bilgisidir. Fakat âriflerin görüşüne göre her ne olursa olsun Allah’ı tam anlamıyla tanımak yani mârifetin kemale ulaşması mümkün değildir. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse kendisini hakkıyla tanıyamaz, bilemez. O’nu ancak yine kendisi bilir. (Sayfa 263)

Aktaran: Mücahit Emin Türk

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir