Künye: Tarih Nedir, Edward Hallett Carr, İletişim Yayınları, 22. Baskı, 2018, İstanbul.
***
Olguların doğrudan doğruya kendilerinin konuştukları söylenirdi. Bu, elbette, doğru değildir. Olgular yalnızca tarihçi onlara başvurunca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir. (s. 62)
Bir kere, tarihin olguları bize hiçbir zaman “arı” olarak gelmezler, çünkü arı bir biçimde var olmazlar ve var olamazlar: Her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar. Bundan şu sonuç çıkar ki, bir tarih eserini ele alınca, ilk ilgileneceğimiz, içindeki olgular değil, onun yazan tarihçi olmalıdır. (s. 74)
Tarihçi, hakkında yazdığı kimselerin zihinleriyle şöyle ya da böyle bir ilişki oluşturmadıkça tarih yazılamaz. (s. 76)
Tarihçi, çağının insanıdır ve çağına insan var oluşunun koşulları ile bağlıdır. (s. 76)
İnsanın çevresiyle ilişkisi tarihçinin konusuyla olan ilişkisidir. Tarihçi olgularının ne âciz bir kölesi ne de zalim bir efendisidir. Tarihçi ile olguları arasındaki ilişki bir eşitlik, bir alışveriş ilişkisidir. Düşünür veya yazarken bir an durup da “Ben ne yapıyorum?” sorusunu kendisine soran her tarihçinin bildiği gibi, tarihçi aralıksız bir biçimde olgularını yorumuna, yorumunu da olgularına göre kalıplandırma süreci içindedir. Bunlardan birine öncelik vermek imkânsızdır. (s. 82)
Tarihçi ve tarihin olguları birbirleri için gereklidir. Tarihçi olguları olmaksızın köksüz ve boş, olgular tarihçileri olmaksızın ölü ve anlamsızdır. Bundan ötürü, “Tarih nedir?” sorusuna ilk cevabım şu olacaktır: Tarihçiyle olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog. (s. 82)
Bir toplumun niteliğinin, ne tür tarih yazdığı ya da yazmadığından daha güvenilir bir göstergesi yoktur. Hollandalı tarihçi Geyl, Napoleon For and Against (Napoleon Lehinde ve Aleyhinde) adıyla İngilizceye çevrilen büyüleyici incelemesinde, 19. Yüzyıl Fransız tarihçilerinin birbirleri ardından Napoleon hakkındaki yargılarının yüzyıl boyunca Fransız siyaset hayatı düşüncesinin değişen ve çatışan kalıplarını nasıl yansıttığını göstermektedir. (s. 96)
Önce yasalar kavramına bakalım. 18. ve 19. yüzyıllar boyunca, bilim adamları, doğa yasalarının -Newton’un devinim yasası, yerçekimi yasası, Boyle yasası, evrim yasası vb.- bulunmuş ve kesinlikle saptanmış olduğunu ve bilim adamının uğraşının, gözlemlenmiş olgulardan tümevarım süreci ile bu gibi daha çok yasalar bulmak ve saptamaktan ibaret bulunduğunu sanmışlardır. “Yasa” kelimesi, arkasında zafer bulutları bırakarak, Galileo ve Newton’dan gelmiştir. Toplumu inceleyenler, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi çalışmalarının bilimselliğini göstermek arzusuyla, aynı dili benimsediler ve kendilerinin aynı yöntemi izlediklerine inandılar. Gresham yasası ve Adam Smith’in piyasa yasaları ile bu alanda ilk görülenler iktisatçılar olmuştur. Burke, “doğanın, bu nedenle de tanrının yasaları olan ticaretin yasaları”ndan dem vurmuştur. Malthus, bir nüfus yasası, Lassalle ise bir fiyatların tunç yasası ortaya koymuştur; Marx da Kapital’in önsözünde “çağdaş toplumun mekanizmasının ekonomik yasası”nı keşfetmiş olduğunu ileri sürmüştür. Buckle, History of Civilization’ı bitiriş sözlerinde, insan işlerinin akışında “görkemli bir evrensel ve şaşmaz düzen ilkesi olduğu” inancını dile getirmiştir. (s. 113)
Tarihçi gerçekte biriciklerle değil, biricikler içindeki genel olanla ilgilenir. (s. 119)
Tarihçi, kendi kanıtını sınamak için sürekli genelleme kullanır. (s.119)
Tarih biricik ve genel arasındaki ilişki ile uğraşır. Tarihçi olarak olgu ile yorumu birbirinden ayıramayacağımız gibi bunları da birbirinden hiç ayıramayız ya da birine ötekine göre öncelik veremeyiz. (s. 121)
Tarihten ders çıkarmak hiçbir zaman tek yönlü bir süreç değildir. Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aynı zamanda bugünün ışığında geçmişi öğrenmek demektir. Tarihin işlevi, geçmiş ve yaşanılan zaman hakkında daha sağlam bir anlayışı, bunların karşılıklı ilişkileri içinde, ilerletmektir. (s. 124)
Bir siyaset bilimcisi tarihi gözlemlere dayanarak tiranlığın kısa ömürlü olduğu inancını savunursa tiranın düşüşüne katkıda bulunabilir. Adayların seçimlerdeki davranışlarının herkes bilir; onlar, öngörülerinin daha büyük bir ihtimalle gerçekleşmesi yolunda bilinçli bir amaçla zaferin kendilerinin olacağını ileri sürerler. İnsanın iktisatçıların, siyaset bilimcilerinin ve tarihçilerin öngörmeye kalkıştıklarında bazen öngörmelerinin gerçekleşmesini hızlandırmak için bilinçsiz bir umuttan esinlendiklerini düşünesi geliyor. (s.127)
Bu, şu konu hakkında onun yaptığı yorumdur; tarihçi ağırlık verdiği nedenlerle tanınır. Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun gerilemesini ve çöküşünü barbarlığın zaferini ve dine bağlar. 19. Yüzyıl İngiliz Whig tarihçileri, İngiliz gücünü ve başarısını Anayasal özgürlüğün ilkelerini içinde taşıyan siyasal kurumların gelişmesine bağlamışlardır. Bugün Gibbon ve 19. Yüzyıl İngiliz tarihçilerinin bakış açısı bize modası geçmiş görünüyor, çünkü, çağdaş tarihçilerin en başa koydukları ekonomik nedenleri görmezlikten gelmişlerdir. Her tarih tezi nedenlerin önceliği sorunu çevresinde döner. (s. 148)
Bütün olgular tarihî olgular değildir. Fakat tarihî olan ve olmayan olgular arasındaki ayrım katı ve değişmez değildir; herhangi bir olgu bir kez tarihçinin genel çerçevesi ile ilgili ve anlamlı olduğu fark edilirse tarihî olguya terfi edebilir. (s.162)
Tarih, geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla başlar; gelenek ise geçmişin alışkanlık ve derslerinin geleceğe taşınmasıdır. Geçmişte olup bitenler, gelecek kuşakların yararı için kaydedilmeye başlanır. (s.168)
Tarihe bütünüyle yeni bir öge getirenler, tarihi sürecin bir hedefe doğru ilerlediğini varsayan -amaçsal (gâi = teleolojik) görüş- Yahudiler ve Hıristiyanlar olmuştur. Böylece, tarih dünyevi niteliğini kaybetmek pahasına, bir anlam ve amaç edinmiştir. Tarihin hedef kazanması, otomatik olarak tarihin sonu demek olacaktır; tarihin kendisi bir teodise (tanrı savunusu ya da kanıtlaması) haline gelmiştir. Bu, tarihin Ortaçağ görüşüdür. Rönesans insan-merkezli dünya ve aklın önceliği şeklindeki klasik görüşü geri getirmiştir, fakat gelecek hakkındaki klasik kötümser görüşün yerine, Yahudi-Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan iyimser bir görüş koymuştur. Bir zamanlar düşmanca ve çürütücü olan zaman, şimdi dost ve yaratıcı hale gelmiştir: Horatius’un “Damnosa quid non immi nuit dies?” (Uğursuz gün neyi küçültmemiştir?) sözünü Bacon’ın “Veritas temporis filia” (Gerçek, zamanın kızıdır) sözüyle karşılaştırınız. Çağdaş tarihçiliğin kurucuları olan Aydınlanma Çağı’nın akılcıları, Yahudi-Hıristiyan amaçsal görüşü alıkoymuş, fakat amaçsal görüşü laikleştirmişlerdir; tarihi sürecin kendisinin akli niteliğini, böylece geri getirebilmişlerdir. Tarih, insanın yeryüzündeki konumunun yetkinleştirilmesi hedefine doğru ilerleme haline gelmiştir. (s. 171)
Tarihin olguları bütünüyle nesnel olamaz, çünkü, bunlar ancak tarihçi tarafından onlara verilen anlamlılığın gücüyle tarihin olguları haline gelirler. (s. 181)
“Tarihçiler, geçmişi hayal eder (tasarlar) ve geleceği hatırlarlar.” (Namier)
Olguları bilmek istediğimiz zaman, sorduğumuz sorular ve bu nedenle de elde ettiğimiz cevaplar bizim değer sistemimizden kaynaklanırlar. (s. 193)
(…) tarih, tarihin kendi içinde bir yön duygusu bulan ve bunu kabul eden kimselerce yazılabilir. (s. 195)
Gelecekte gelişme yeteneğine inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabucak vazgeçer. (s. 195)
Tarih, insanlar zamanın geçişini -mevsimlerin döngüsü, insanın ömrü gibi- doğal süreçlerin terimleri ile değil de, insanın bilinçli olarak içine karıştığı ve bilinçli olarak etkileyebildiği belli olay dizilerinin terimleriyle düşünmeye başladığı zaman başlar. Burckhardt, tarih “bilincin uyanışının neden olduğu doğadan kopuştur” der. (s. 198)
Aktaran: Ferhat İnan