
Bazı dönemlerin anlaşılması ve olan bitenin berrak bir şekilde görülmesi için uzun yıllar gerekir. Bu çalkantılı dönemleri yaşayanlar için, etraf dumanlı ve bir yığın bilinmezliğe gebedir. Ondokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başı da böyle bir dönemdi. Tüm yeryüzü için söz konusu olan hareketlilik ve belirsizlik; Osmanlı mevzûubahis olunca derinleşiyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.
Osmanlı, bu dönemde bir imparatorluk olarak varlık gösteriyordu. Sadece bu vasfı dahi Osmanlı’yı, dönemin yapıcı çarkları olan emperyalizm ve milliyetçiliğe çekiyor ve imparatorluğun nesillerini huzursuz bir âlemin ortasına itiyordu. Bu itişe karşı koymak yâhut en azından kendi iradesini de bu harekete katmak arzusu, bütün bir kalem erbabının şakaklarını ağrıtıyor; kılıç ehlinin pazılarını geriyordu.
Yeryüzünün ve Osmanlı’nın bu yeni bozuluş ve oluş devrinde bir arayışa girmek kaçınılmazdı. Şevket Süreyya da bu arayış kervanının yolcularından biridir. Hâtıratının adının “Suyu Arayan Adam” olması bu açıdan mânîdar. Bu kitap bir noktada Şevket Süreyya’nın feraha teşne neslinin de hikâyesi. Şevket Süreyya, bu arayış serüveninde tutunduğu dallar, sığındığı vahalara işaret ediyor. Hayatının ilk gençlik devresinde Turancılık daha sonra ise sosyalizm onun önündeki karanlıklara ışık tutuyor. Ancak, Turancılık ve sosyalizmde bir türlü filizlenemeyen ümitleri nihâyet Ankara’nın kıraç topraklarında çiçekleniyor.
Şevket Süreyya’nın Ankara’ya postu seren arayışında, ömrünün ilk yıllarının silinmez izleri de eşlik ediyor. Bu izlerden birisi din; “Uzakta, doğduğum ve çocukluğumu yaşadığım şehrin bir kenar mahallesindeki evin küçük ve basık odasında, annemin gece yarısına kadar süren ibâdetleri arsasında uyuyup kalırken, Allah’ın varlığı kendi kendine ruhuma sinerdi.”[1] Bu cümleler, neye îtikat ediyor olursa olsun bir neslin ruhuna işlemiş, âhenkli ve oturmuş bir toplumdan mîras kalan dindarlığı gösterir.
Yazar, bu arayıştaki bir diğer silinmez izi ise; “Bizim neslimiz, Garb’a düşman, Şark’a ise kırgındı.”[2] diyerek ifade ediyor. Yani bu nesil Garp yahut Şark’tan birini gönül rahatlığı ile yeğleyecek durumda değildi. Garp onun canına kastediyor; Şark ise ona verebileceği bir şeyin yokluğuyla kıvranıyordu.
Din ve şark izleri ilkin bu neslin arayışına bir ihtiyatlı olmak duygusu vermişti. Telifçi bir meleke arayış kervanını, serinlik veren sâdık bir bulut gibi takip ediyordu. Ancak inkılâplar devri Türkiyesi, bu bulutu dağıttı. Süreyya bu durumu: “Türkiye’de her inkılâp olur fakat ancak kanun yoluyla”[3] diyerek ifade eder.
Şevket Süreyya kendi arayışından “Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.”[4] diyerek râzı olduğunu îlân eder. Türkiye ise hâlâ Doğu ile Batı; geçmiş ve gelecek; din ve laiklik arasında kalmış bir ülke. Türkiye’nin bu aradalık sancısının bir nebze olsun dinmesi ve dünyada ve tarihte yerli yerine oturması, tüm bir modernleşme tecrübesinin kapsamlı ve sahici bir muhasebesine bağlı. Ancak bu meşakkatli uğraştan sonra, Şevket Süreyya’nın Epiktetos’tan aktardığı “Huzurun bir pahası var.” hakîkatinin îcabını yerine getirdiğimizi söyleyebiliriz. Türkiye ancak kendi arayışını anlamlandırdığı zaman, dünyanın tüm çalkantılarının durulmasını sağlayabilecek canlı ve doğurgan bir mekanizmaya erişecektir.
Ferhat İnan
[1]Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 47. Basım, 2021), s.254.
[2] Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s.158.
[3] Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s.316.
[4] Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s.407.
1 Yorum