Sur Kenti Hikâyeleri

 

-yerli ve çağdaş bir hikâye dili araştırması ve tür tartışmalarına yeni bir pencere açmak-

 

roman türü teknik ve birikim bakımından avrupa’dan gelmiş olmanın tarihî bir ironisi gibi bizde sevimsiz bir seyir takip etmiştir. osmanlı batılılaşmasının yedeğinde emeklemeye başlayıp bu durumun bütün maluliyetlerini taşır. türkiye batılılaşmasının görgüsüz ve hazımsız modernleşmesi ise romanı güdük bir siyasî retoriğin payandası haline getirmiştir. peyami safa, kemal tahir, orhan kemal, oğuz atay gibi nispeten daha sahici romancılar da onun türkiye’de takip edilir bir siyasî yükü yüklenmesine imkân oluşturmaya yetmemiştir. bugün ise market raflarında, söyleyecek bir sözü olanı dar çerçevisiyle kendisinden kaçıran bir niteliği var. bu haliyle bütün şüpheleri üstüne çekiyor. kendisine müracaat etmek isteyenleri bir kere daha düşündürüyor.

hikâye ise bize her bakımdan tanıdık gelen bir tür. halkın sözünü, siyasetini taşıyabilecek teknik ve mazi bünyesinde mevcut. birbiriyle doğrudan, organik bir ilişki gözlenmeksizin, belki de türün kendi tabiatından kaynaklanan bir sebeple, kimi hikayecilerimizi arka arkaya andığımızda zihnimizde bir tenakuza yer vermeyen nitelikleri barındırdıklarını düşünübeliriz: ahmet mithat efendi, refik halit karay, sabahattin ali, orhan kemal, şevket bulut, mustafa kutlu, nihat genç…

tek tek bakıldığında yukarıda ismi geçen isimleri, pek çok vasıfları bakımından birbirinden uzak bulmak mümkün ancak bu isimleri yerlilik çatısında anabiliriz. bu meyanda hikayenin, romana göre bize daha elverişli bir mazi sunduğunu da hesaba katarak ali ayçil’in sur kenti hikayeleri (skh) kitabı yerlilik çatısına dahil olarak türk hikayeciliğinde yerini aldığını görüyoruz. ali ayçil, skh’nin neşri sebebiyle verdiği söyleşilerde, benim burada öne sürdüğüm yerlilik iddiasını da üstlenmiş. kitabın bahsinin açıldığı hemen her mecrada mealen şunları diyor: “oryantalist bir bakış açısında düşmeden ama aynı zamanda muhafazakarlığa da düşmeden kendimize ait tarihsel malzemelerin serüvenini yerli bir dille ve sıcaklığını koruyarak sur kenti hikâyeleri’nde anlattım.”

skh’nin teknik özellikleri bakımından yerlilik iddasını kaldırabiliyor mu? girişte bahsini açtığımız roman ve hikaye türlerinden hikayenin birikim ve yatkınlık bakımından bize daha yakın olduğunu belirtmiştik. ali ayçil’in hikaye türünü benimsemesi bu açıdan yerlilik iddasını sağlayan bir özellik. bu özelliğinden başka hikaye türünün tercih edilmesinin, siyasî anlamda da bir avantaj sağladığını düşünebiliriz. yazar, siyasî islam’ın güçlü olduğu ve türkiye’yi değiştirip dönüştürme imkanın var olduğu bir dönemde yetişmiş ve siyasî kimliğini de buna paralel olarak edinmiştir. dikkat edilirse romanın türkiye’deki serüveninde siyasî islam’ın müntesibi yazarların hemen hiç yer almadığı görülecektir. ancak hikaye türünde durum böyle değildir. siyasî islam’ın ürettiği dil, ne kadar bu toprakların diliyle örtüşmekte sıkıntı yaşasa da müntesipleri tabiatları icabı hikâyenin dilini benimsemişler, hikayenin türkiye ve türkçeye yatkınlığına paralel olarak bu türü seçmişlerdir. elbette ali ayçil’i de bu durumdan ayrı düşünemeyiz, yine bu özellik de yerliliğin bir işareti sayılmalıdır.

skh’nin teknik özellikleri bakımından üst-kurmaca tekniği yoluyla romana yaklaştığı daha önce 2004’te esra kara’nın dergah’taki yazısında öne sürmüştü. yine nihat dağlı yeni şafak’taki değinisinde kitaptaki hikayelerin birbiriyle olan ilişkisine bakarak ve dilber makbule karakteri üzerinden hikayelerin ayrıntılandırılmasına ve ilişkilendirilmesine değinerek onun romana, “en azından ‘anlatı’ya” yaklaştığını ifade ediyor. ali ayçil’in  skh’nin “önsüz”ünde hikayeleri bir salkımın taneleri gibi değerlendirmek gerektiğini ve hikayelerin doğasının böyle olduğunu vurgulaması da sanırım kitaba böyle yaklaşılmasını kolaylaştırdı. kitaba, bunların dışında bir bakış geliştirmek mümkün mü? şu haliyle bir roman ya da bir hikaye kitabı nitelemesini sur kenti hikâyeleri’ne rahatlıkla yapamıyorum. kitabın tür meselesini düşünürken zihnim beni birkaç adrese yönlendirdi.

ilk adresim, mesneviydi. skh’nin başlıklandırılmasına ve yazarın “sebeb-i telif” kabilinden sayılabilecek “önsöz”üne bakarak mesnevi ile ilgi kurulabilir miydi? fakat dilber makbule’nin araya girip hikayeler arasındaki kurduğu ilmekler, klasik bir mesnevinin yapısıyla ters düşüyordu. ancak mesneviye gitmekten de elim boş dönmedim. ali ayçil, birçok yerde tanpınar’a atıfta bulunuyor, hatta “beş şehir”e karşı hissettiği kıskançlığı belirtmekten çekinmiyordu. şehrengiz türünün kaybolduğu 17. yüzyıldan sonra, üç yüz yıllık arada şehri merkeze alan ilk dişe dokunur metni tanpınar’ın kaleme alması beş şehir’i önemli kılmaktan başka, modern dönemdeki karşılaştığımız şehirleşme problemleriyle ilgili bize tartışma alanı açıyordu elbette. tanpınar, beş şehir’de dikkat kesildiği şehrin güzelliklerini ve eski mesleklerini anlatması bakımından da şehrengiz türüyle bir akrabalık kuruyordu. skh’nin şekillendiği zemini ve edebiyatımızdaki yerini tespit ederken onun bağlandığı uçlarını göstermek bakımından şehrengiz türünün özellikleri ile skh’nin özelliklerini gösterelim.

bilindiği gibi şehrengiz türünde bir şehrin meslekleri, o mesleği icra edenler, şehrin güzellikleri anlatılır. yine şehrengiz türünde mesleği icra edenlerin güzellikleri anlatılır. burada erkek güzelliği anlatıldığından yola çıkılarak homoseksüellik tartışmaları da yapılmıştır ancak modernliğin ürettiği cinsiyet ve güzellik algıları çerçevesinde yürütülen bu tartışmalar, büyük ölçüde sakat yaklaşımların sergilenmesine neden olmuştur. bu tartışmalara girmeden skh’deki örneklere bakalım. skh’de sihirbaz seyfettin, hancı numan, sarraf nizamettin, seyis behram, nakkaş burhanettin, hikayeci tahir ve demirci rıfat karakterlerinin meslekleriyle birlikte anılarak hikaye edilmesi şehrengiz türüyle örtüşmenin örneklerinden biri. şehrengiz ile sergüzeştnâme’lerin tür özelliklerinin birlikte olduğu mesneviler az da olsa mevcuttur. mesela çorlulu kâtip’in istanbul-vize şehrengizi’nde sevgilisinin arkasından şehir şehir dolaşan şair; istanbul, vize, çorlu gibi şehir merkezlerinin güzelliklerini anlatır. skh’de ise bu örneğe benzer olarak dilber makbule, sevgilisi muhyettin’in arkasından; hikâyeci tahir de gerçek kimliği olan ısfahanlı ahmet’ten sıyrılarak dilber makbule’nin peşinden sur kentine gelir. yine bu meyanda mecnun nurettin’in de sur kentine gelişi, bir aşk vesilesiyle olmasa bile, bu meyanda sayılabilir. skh’deki demirci rıfat’ın yakışıklılığının temel vurgu olarak yer aldığı hikâye de şehrengizdeki güzelliği övülen, tasvir edilen meslek erbaplarının anlatılmasıyla benzerlik taşıyor. bütün bu nitelikler dikkate alındığında skh’nin doğrudan şehrengiz türüyle paralellikler taşıdığı söylenebilir. yazımızın başından beri skh’deki yerliliğin izini sürdüğümüzü hatırlayacak olursak sözkonusu paralelliklerin teknik açıdan yerliliği sağlayan unsurlardan olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz.

skh dolayımında mesnevi türüne bakarken gittiğim adreslerden birisi de ömer lekesiz’in yeni şafak gazetesinde 3 ağustos 2009 pazartesi günü kaleme aldığı “hikaye”ye sahip çıkmalıyız başlıklı yazısı oldu. bir yandan skh ile şehrengiz türü arasında parallellikleri yakalarken aklımın köşesinde skh’nin hikaye ve roman formları arasındaki gel-giti vardı. ömer lekesiz, ilgili yazısında şöyle diyor:  “ edebiyatımızın bu üç büyük ismi (mustafa kutlu, abdülhak şinasi hisar ve halit ziya uşaklıgil m.r.), roman yerine hikâye demeyi tercih ettiklerine göre, bu tercihlerinin yukarıda belirttiğim tür karmaşasını ortadan kaldırmamızı sağlayacak yeni düşüncelere de eşiklik etmesi gerekirdi. iş buraya dayanınca, kitaplığımdaki mesnevilere, manzum anlatılara, menkıbelere ve “doğulu anlatım geleneği”ne bağlı -bu geleneğin şekliyle değil, özüyle irtibatlı- olarak yazılmış- “roman”lara tekrar baktım. ne klasik anlatılarımızın, ne de “roman” diye tanımlananların, “batılı roman”larla -edebi eser olmalarının dışında- hemen hemen hiçbir ilgileri yoktu. örneğin mustafa kutlu’nun “uzun hikâye; beyhude ömrüm; mavi kuş; tufandan önce; rüzgarlı pazar; chef; huzursuz bacak”ı, nazan bekiroğlu’nun “yusuf ile züleyha; isimle ateş arasında; lâ: sonsuzluk hecesi”, sadık yalsızuçanlar’ın “ömer hayyam anlatısı; yakaza; gezgin; yolcu; cam ve elmas”ı, sibel eraslan’ın “can parçası: hz. fatıma; siret-i meryem: cennet kadınlarının sultanı”; hasan aycın’ın “esrarname; sahipkıran”ı…daha da ilginç olan, bu eserlerin “roman” olarak tanımlanmaları onların edebi kıymetlerine gölge düşürüyordu; içerikleri batılı anlamadaki romanın imkanlarını zorlayan, zorlamak ne kelime yetersizleştiren bir nitelik taşıyordu çünkü.hal böyle olunca kendi adıma şu kanaate vardım: arapça kelimedir diye dilimizden kovmak için yerine “öykü” tanımını uydurduğumuz ama gerçek anlamıyla öykü tanımının çok çok fevkinde derin ve yaygın bir anlama sahip olan hikâye kavramına yeniden sahip çıkmamız gerekiyor.”

ömer lekesiz’in bu değerlendirmesini düşünürek ve yazımın ilk paragrafında romanla ilgili belirttiğim hususları hesaba katarak skh’nin bizde öteden beri daha vazıh bir duruma tekabül eden hikâyenin sahih niteliklerini barındıran tür özelliklerini taşıdığını öne sürebilirim. bu çerçevede bize mahsus, yerli bir tür tasnifi için de sıhhatli bir tartışma zeminine de imkan veren bereketli bir kitap skh.

ömer lekesiz’den sonra üçüncü uğradığım, hatırladığım adres ise türk edebiyatı dergisinin 430 numaralı, ağustos 2009 sayısında yer alan nazan bekiroğlu söyleşisiydi. bekiroğlu söyleşisinin başlığını da şöyle belirlemişti türk edebiyatı: “romanla mesnevi arasında bir tür ihtiyacı hissediyorum.” nazan bekiroğlu, söyleşinin konuyla ilgili bölümünde temkinli ifadeler kullanmış ve bir tür tartışmasını besleyecek önermeler sunmamış. ancak belirttiği ihtiyacın bizatihi kendisi bile, bize bu yazı için ilham verici oldu. nazan bekiroğlu söyleşinin ilgili bölümünde şu ifadelere de yer vermiş: “ … romanı batılı bir hayat tarihçesinin ihtiyaçlarına cevap veren, mesneviyi de bizim geleneksel dünyamızın ihtiyaçlarına cevap veren benzer türler olarak düşündüğümüzde bugünü ilgilendiren şu soru çıkar ortaya: roman mı mesnevi mi?”

nazan bekiroğlu’nun belirttiği ihtiyaçtan yola çıkarak skh’nin konuyla ilgili yerini tespit edelim. divan edebiyatındaki tahkiyeli anlatımın temel aracının mesnevi olduğunu kabul ederek mesnevi şeklinin türlerine bakmamız gerekiyor. mesneviler muhteva bakımından: aşk konularını işleyen sergüzeştnâmelerden, tasavvufî-dinî konularını işleyen mevlid ve hilyelerden, öğüt veren didaktik öğelerden oluşan pendname, nasihatname ve kıyafetnamelerden, savaşları ve kahramanlık hikayelerini anlatan gazavatnamelerden, şehirlerin güzelliklerini, sosyal hayatını anlatan şehrengiz ve surnamelerden bir de mizahî konulara yer veren, hicivlerin yer aldığı hârname gibi, şikayetname gibi örnekleri olan mesnevilerden oluşuyor.

sergüzeştnameler ve gazavatnameler, tabiatları icabı hemen hemen tahkiyeye yaslanan türler. halk edebiyatındaki tahkiyeli anlatıma yaslanan türleri de bu listeye alarak hikaye başlığında geniş bir alana nüfuz eden bir tür tanımlaması yapılabilir. bunun yanında, bugün öykü diye adlandırdığımız türü ise menkıbe, nükte, kıssa ve fıkralardan yola çıkarak yeni, yerli bir adlandırmaya girişebiliriz. bu çerçevede “short story” dediğimiz öykü de kıssa ve menkıbe ile paralellikler göstermesi bakımından; “short short story” denilen ve bizde kıpkısa öykü, minimal öykü diye adlandırılan tür ise nükte ve fıkralarla ilişkilendirilme imkanı bakımından yeni bir tür tasnifine tabi tutulabilir. bütün bunların üzerine, skh’nin roman kavramının dışarıda bırakılarak yerleştirilecek yeni, yerli bir “hikaye” tanımı için gerekli gücü ve teknik imkanı barındırdığını özellikle anlattığım nitelikleri bakımından ifade edebiliriz.

skh’nin merkezine bir kenti alarak, yavaş yavaş eriyen ve yok olmaya yüz tutmuş bir kenti merkezine alarak talihsiz insanların sonlarını işleyen bir kitap olması bakımından ve ayçil’in kitabın “önsöz”ünde  “benim niyetim, hayali olarak tasarladığım sur kenti’nde yaşanmış birbirinden bağmısız hikâyeler yazmaktı.” ifadesindeki hayali olarak tasarlanmışlıktan yola çıkarak distopyalarla mukayese etmek, kitabın konumu hakkında fikir verici olabilir. böyle bir mukayesenin başlı başına bir inceleme konusu olması bakımından yapacağım değerlendirmeleri kısıtlı tutup bir çerçeve sunmaya devam edeceğim. distopyaların karamsar ve kıyamet senaryoları ile dolu hastalıklı dünyasıyla skh’nin yok olan, kıyametini yaşamasına az kalmış bir dünyayı, bir kenti ele almasının bir an için benzeştiği düşünülerse kitabın yerliliğini keşfetmek bakımından mukayeseye girişmek işe yarayabilir. distopyaların zaman ve mekanı geleceği kurmasına karşılık skh’deki kasvetli, nostalji dolu ve ölümün kokmaya başladığı dünya kesin bir dille belirtilmeyen ( seyyah ibn battuta şehre geldiğinde, şehir kurulalı 1969 yıl [ bu aynı zamanda, yazarın doğum tarihi] olmuştur.) bir geçmişte, mazide bir kesite yerleştirilmiş. her ne kadar ibn battuta’nın isme geçse ve mekanın doğuda olduğunu anlasak da kurulan metin rüya ülkesinden bir kenti anlatıyor. hikâyedeki kahramanlar hakkında anlatılanlar da bu atmosfere bizi ikna ediyor. mesela dilber makbule’yi tavsif ederken nedîm’e başvuruluyor:

“yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber nedim

bir perî sûret görünmüş bir hayal olmuş sana”

dilber makbule’yi anlatırken başvurulan bu beyit postmodern bir oyundan öte, hikayeyi ve sur kentini bir zaman ve mekan kıskacına almamızı istemeyen yazarın tasarrufu olarak görünüyor. böyle bir tasarrufta ibn battuta ile nedim, belki de yazarın kendisini koymak gerekir nedim’in yerine, tersine açılmaya çalışılan zaman makasının kırılmasını sağlıyor. öte yandan bu rüya atmosferi, distopyalardaki fantastik atmosferin oluşturduğu motivasyonu skh’de meydana getiriyor.

hikâyedeki anlatıcıya baktığımızda bakış açısının, mesela ihsan oktay anar’ın metinlerindeki gibi anakronik anlatımla kurulmadığını gözlemleyebiliyoruz. yazar, ibn battutta’nın ibn cüzeyy’le yaptığı musahabede kısmen anakronik anlatıma başvuruyor ancak metnin çoğunluğunda, dilber makbule’nin, hüsrev’in, hancı numan’ın ve hikayeci tahir’in konuştukları bölümde kendi durduğu yerden metni kurmayı tercih ediyor.  distopyalardaki kötülüğü algılamak için de distopyanın kaleme alındığı dönemin bakış açısının metinde yer aldığını, bu algıyı meydana getirmek için bunun bir imkân olduğunu biliyoruz.

sadece bugünü değil, geleceği de kontrol almaya çalışan hastalıklı modern tutumun bir ürünü olarak revaç bulan ütopya romanlarına karşılık, özellikle ikinci dünya savaşı’ndan sonra, bugün postmodern de denilen dönemde; ümitsizliğin, anlamsızlığın bir uzantısı sayılabilecek şekilde distopyalar güçlendi. iflas eden, söyleyecek sözü tükenen ve hayat öpücükleriyle ayakta tutulan batı medeniyetinde “çivisi çıkmış dünya” mersiyeleri yazılırken elbette distopyaların yükselmesi, siberpunk tartışmaları sözkonusu olacaktır. işte bu noktada ali ayçil’in hayalinde tasarladığı şehri geçmişe, bizim tarihimize kurması anlamlıdır ve bugün için bir şeyler ifade eder. nedir bu ifade? uzun bir siyasî temellendirmeyi gerektiren bu konuda birkaç şey söyleyip bu bahsi tamamlamak istiyorum. türkiye’de tarih, diğer ülkelere, milletlere nazaran daha dönüştürücü bir güce sahip. tarihin dönüm noktalarında yaklaşık bin yıldır türkiye toprakları üzerinde bulunarak söz sahibi olmuş ve bugün de aynı topraklar üzerinde bulunan bir milletiz. edebiyatçılarımız, düşünce adamlarımız ne vakit bu tarihe yönelseler oradan bize ait bir sesle, yerli edayla dönüyorlar ve kendi alanlarında özgün bir yer ediniyorlar. kemal tahir, ismet özel, idris küçükömer gibi isimler bu duruma örnek olarak sayılabilir belki. ali ayçil’in röportajında ifade ettiği, bize ait tarihsel malzemeyi modern edebiyata taşıma arzusunun bu yazının araştırdığı yerlilik unsurunu da sağladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

son tahlilde, ali ayçil’in iddasında başarılı olduğu kanaatini taşıyorum, ben yazarın iddasını bu yazıyla daha da ileriye taşımış oldum. açıkçası, bu yazının skh’nin değerlendirilmesi ve tartışılması için bir alan açtığını, henüz söylenecek sözlerin bitmediğini düşünüyorum.

 

(aşkar – 18. sayı)

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir