Künye: Sufi ve Sanat, Mahmud Erol Kılıç, Sufi Kitap, 1. Baskı, Mart 2015,İstanbul.
***
… modern zaman dindarlarının sıkça yaptığı bir usûl hatasını görüyorum. O da, dinimizin yazılı kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’in, her şeyde olduğu gibi sanat anlayışımızın veya estetiğimizin de doğrudan ve esas metinleri olduğu vurgusu. Yabancı dillerde buna ‘’textualism’’ yani ‘’metincilik’’ denilir. “Her ne arıyorsan metinlerde var” denilirken, bununla tek başına gramatik ve lengüistik özellikler anlaşılır olması, bana göre bir problemdir. Kendisi de yazılı bir metin olan Kur’ân’da, “kitap taşıyan eşek” diye tenkidî bir ifade vardır. Halbuki dinin beşer hayatında kendini görülür kılması ancak -tabiri mazur görün- kod çözücü (dekoder) veya filtre dediğimiz bir ara bölgeden geçtikten sonraki bir ikinci üretim merhalesiyle gerçekleşir. (Sayfa 19)
Sanattan anlamayan tasavvuf ehli ve tasavvufu bilmeyen sanatkâr, olacak bir şey değildi. Eskilerin tabiri ile muhaldi. Fakat yüzyıllardır devam eden meratib-i ilm yani ilim hiyerarşisi kırılınca, böyle bid’atler ortaya çıktı. Diyanet ve ilahiyat zihniyetinden neş’et eden bugünün hâkim resmi İslam anlayışında, zavallı tasavvuf ilminin kendine yer bulmakta çektiği sıkıntıları çok iyi bilen ve birebir yaşayan bir ilim adamı olarak diyebilirim ki, yine de tasavvuf ve sanat, bu darbeden en az zararla çıkmış iki sahadır. Bunun sebebi, bazı muhakkiklerin bizatihi tasavvufu da bir sanat olarak, kutsal bir sanat olarak tarif etmelerinden anlaşılacağı üzere köklerdeki birlik olabilir. (Sayfa 29)
Değişmez öz ve değişen kabuk arasındaki ilişkinin tabiatı, ister istemez ‘’mutlak’’ değil ‘’izafî’’, sonlu, kayıtlı ve durulan yere göre değişen bir yapıda olunca bunun dildeki yansıması da aynı özelliklere sahip olacaktır. Dil, o zaman, bütünüyle kuşatamadığı o hakikate benzetmeler, misaller, sembolleştirmelerle “işaret eden” bir araç konumundadır. (Sayfa 38)
Günlük düz dilin sığ ve dar imkânları yanında, aktarmak istedikleri yüksek manya şiirsel dilin daha müsait olmasından dolayı sûfîler tercihen şiire yönelirler fakat nihayetinde yaratılmış bütün ifade biçimlerinin kelime, harf, savt gibi kısıtlı araçlarla yapılıyor olmasından dolayı, onun da sınır tanımayan gönle pranga vurması tehlikesine karşı uyarılırlar. Hakikate giden yol da o da bir perde olmamalıdır. (Sayfa 47)
Bundan dolayı, bu mevzûn sözlere şiir demek yerine ‘’nefes’’ adını verir. Bu tabirin tasavvufi düşüncede ‘’nefes-i rahmani’’ kavramı ile irtibatı vardır. Zira içine ‘’ruh ilka edici nefes’’ üflenmiş kelam, dölleyici, hayata getirici kelamdır ki bu da er kişide bulunur. ‘’İsa’’ misilli bu nefhaya, şiirde ‘’mana’’ denilir. Nefeste tesir vardır ama diğer sözlerde böyle bir özellik yoktur. Böylesi şiire ayrıca ‘’nutk’’ denilir ki hal diliyle söylenen söz demektir. (Sayfa 53)
T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan isimli kitabında, Allah kelimesinin bile Hz. Peygamber tarafından ilk defa icat edilen bir kavram olmadığını söylüyor. Allah kelimesi Arapçada, İslam’dan evvel de kullanılmakta olan bir kelimeydi. Ama İslâm, onun içinin boşaltılmış haline anlam üfledi. Zaten âlem, cesetlerin içine ruh üfleme mücadelesinden ibarettir. Ruh üflenir, bir müddet gider o ruhla, boşalır, bir daha üfler peygamberler. Olmazsa veli gelir üfler. Alan alır. Sistem bu şekilde yürür. Adem’den bu yana bu böyledir. (Sayfa 59)
Hermetik grup denir? O dili, o sembolizmi, bilmeyene kapatmak. Bütün mistik akımlar hermetiktir. Belirli bir eğitimden geçmiş insanlar bu sembolizmi, be remizi anlayabiliyorlarsa, onların katıldığı bir yapıdır. (Sayfa 61)
Âlemde telaffuz edilen, konuşulan her şeyin rezonansı vardır. Bu rezonans bazı şeyleri davet eder, çeker, çekim alanı vardır. Arap alfabesindeki harfler, varlık mertebelerinin de karşılıklarıyla sembolize edilir. Tasavvuf edebiyatında, uluhiyyet mertebesi, la-taayyün yani daha hiçbir taayyün olmadığı, o Mutlak Varlık’ın henüz zuhura gelmediği, kendi hali üzere müstağrak olduğu hale, ‘’elif’’le işaret edilir. Sufilerin kozmolojisine göre başlayan ‘’be’’dir. Elif ile başlanmaz, ‘’elif’’ sükûndur, âlem ‘’be’’ ile başlar. Onun için bütün kutsal kitaplar ‘’be’’ ile başlar, ‘’Bismillah’’ ile başlar ‘’Bişnev’’ ile başlar. (Sayfa 65)
Yalnız içinde bulunduğumuz bu âlem, şehadet âlemi, mutlaklık alemi değildir ve tasavvuf denilen şey de bu şehadet aleminde konuşulan bir şeydir. Şehadet âleminin tabiatı noksan ve mâlul, illetli, sınırlı, mahdut ve problematik olduğu için yapısı gereği, tasavvuf da problematiktir. Burada her şey problematiktir. Hiçbir branş, kendini tertemiz kılamaz; fıkıh tertemizdir, kelam tertemizdir, kemal tertemizdir, hadis tertemizdir, hiçbir problemi yoktur gibi bir şey iddia edilemez. (Sayfa 66)
Bakınız, doğuştan itibaren şair olanların daha sonra şiirden tövbe ettiklerini görmekteyiz. Kelam büyüdür, söz büyüdür. İyi kelime hazineniz varsa, kelimeleri iyi ezberlerseniz, lügat ezberlerseniz ve biraz mantık kurgunuz kuvvetli ise bu kelimelerle oynamalar yapmak suretiyle çok etkili ifadeler kurabilirsiniz. Okuyanları çarpabilir. Ama bu cümlelerin içinde mana var mıdır? O ayrı bir konu. İşte sûfî şairler ile sûfî olmayan şairler arasındaki fark budur. (Sayfa 67)
Sembolik ifadede ihtilaf diye bir şey yok, âlemde herkes vazifesini yapıyor. Tek problem tekâmül, tekâmül, tekâmül… İlerlendiği zaman saha daralır, tevhid noktası, başlangıç noktası değildir. Tevhid noktası dikey bir noktadır, yatay değildir, lineer değildir, progresif olarak ileride bulunacak bir şey değildir. Tevhid noktasını, birlik noktasını elde eden ârifler geçmişte, günümüzde, gelecekte aynı perdeden dem vururlar. Mevlana’nın şiirleri neden hâlâ gündemde? (Sayfa 73)
Anlamı olmayanlarda tohum yoktur, bir doğum sürecini başlatmak çok önemlidir. O doğum süreci, anlam erleriyle, mana erleriyle olur. Manaya ruh taşıyan o kelamlara logos-spermakos denir. Aynı zamanda canlılık içeren o kelam, dölleyici kelamdır. O söz, o mana, sonra kalıba intikal eder. Önce bir mana sahibi olacaksın, yani hamile kalacaksın ki senden bir şey dışarı çıkmak istesin, şiir olarak dökülsün. (Sayfa 74)
Fizikte, Aristo’nun hareket metafiziği tarif edilirken şöyle denilir: Hareket, bir nesnenin ait olduğu yeri buluncaya kadar yaptığı eylemin adıdır. O nesne, ait olduğu yeri bulduğu andan itibaren sükûna geçer. Dolayısıyla insanın ve yeryüzü hayatının hareket esaslı olması, kıyamete kadar devam edecektir… (Sayfa 78)
Sûfîlerin şiirlerine nutk, nutk-ı ehlullah deniliyor. Hak kelamı kokan şiir. Diğer şiirlerden ayırt etmek lâzım. Mevlevi geleneğinde, Mesnevihan abdestsiz Mesnevi’yi eline almıyor. Bunu ilahlaştırma, kutsal kitaplaştırma çabası olarak görmeyin. Hayır. Bu nutuklar, hevadan çıkmış nutuklar değil, bunlar belirli bir mertebeden çıkmış nutuklardır. O çıktığı mertebe hürmetine hürmet duyuyoruz, diyerek belirli bir tâzimle okunan kitaplar, rastgele yere atılmazlar. Diğer şiirlerde bu yoktur, daha profan bir muameleye tabidirler. (Sayfa 85)
Osmanlı’da tasavvufun tâlim edildiği tekke veya dergâh denilen özel mekânlara devam eden kimselerin inisiyatik olarak almış oldukları tekâmül dersleri olurdu. Bu işin esas olan enfüs dikey (vertical) yönü idi. Bu esasa bağlı olarak oraya devam eden kişilerin amrangozluk dâhil, hakkaklık, hattatlık, şiir söyleme ve beste yapma, muhtelif sanatsal üretimlerde bulunmaları da meselenin yatay ve âfâki (horizontal) yönü idi. Bunlar tasavvufi eğitimle beraber yahut sonucunda açığa çıkan kabiliyetlerdi. Tabii ki istidatta olan kabiliyetlerin işlenmesi gerekmektedir. Mevlana açıkça diyor ki: ‘’Ben şiir söyleyecek değildim ama bu şekle bir rağbet gördüm.’’ (Sayfa 102)
Size ilginç bir şey söyleyeyim. Konya’da ‘’Söylemez Tekkesi’’ diye bir tekke var. Bu tekkenin adı ‘’Söylemez Tekkesi.’’ Soru soruyor insanlar, şeyh efendi cevap vermiyor. Neden? Türk değil, Türkçe bilmiyor ama Konya valisi dâhil pek çok müridi olmuş. Hint altkıtası kökenli bir tarikat var; Çiştiyye. Çiştiyye’nin Anadolu’da tek tekkesi vardır, o da Konya’daki bu Söylemez Tekkesi. Şeyh efendi Hindistanlı, Türkçe bilmiyor ama herhalde farklı bir konuşma düzeyinden konuştuğu için bir hayli müridi var: Gönülden gönüle yol var görünmez. (Sayfa 106)
Aktaran: Mücahit Emin Türk