Bilimlerin tarihsel gelişiminde sosyal bilimlerin özerkleşmesi problemi, modern dünyada bilginin evrensel ve yerel bağlamda dengelenmesi gerektiği tezini doğurmuştur. Gulbenkian Komisyonu bu bağlamda düşünce üreten çeşitli sosyal bilimcilerin bir araya gelerek oluşturduğu bir ekip olarak, söz konusu tezi sorgulama konusu kılmıştır. Dolayısıyla “Sosyal Bilimleri Açın: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor”un kapsamı bilimlere ilişkin olmakla beraber, bu döngüden çıkış yollarını da içermektedir.
Her dönemin sosyo-politik ve kültürel koşulları, bilimlerin parçalara ayrılmasına veya bütünleşmesine yön veren temel etkendir. Bu koşullar, istenen sonuçların elde edilmesi bakımından bilimsel faaliyetleri yönlendirebilir. Bu yönüyle bilimlerin her dönem farklılık göstermesi tabii bir durumdur. Dolayısıyla bilimlerin hem ele alınış biçimi olan yönteminin hem de sonuçları bakımından sunduğu fırsatlara bakarak hangi mantık doğrultusunda evrildiğinin işaretlerini gösterir.
Örneğin coğrafya bilimini yalnızca tarihe yardımcı bir bilim olarak sınırlamak, onun özgün bir bilim alanı olarak gelişimini engelleyebilir. Öte yandan, bir yöntemi farklı bir bakış açısıyla ele almak, onu bağımsız bir disiplin haline de dönüştürebilir. Bu nedenle dünyanın gelecekte nasıl bir yer olacağını ve insanların yaşam biçimlerinin göstereceği değişimi tespit etmek ancak bilimlerin bugünkü şekline ulaşana kadar geçirdiği evrimi incelemekle elde edilebilir. Çünkü dün yaşanan değişimler ile bugün olanları kavrayabiliyorsak, bugünün değişimi ile de yarını öngörecek bakış açısına erişebiliriz.
Bu sürece dair tartışmalar hâlâ güncelliğini korumakta ve yeni bilim dallarının ortaya çıkışını etkilemeye devam etmektedir. Ancak burada asıl vurgulamak istediğim, bilim dallarının sınırlarının nasıl belirlendiği ve bu sınırların hangi bağlamlarda şekillendiğidir. Özellikle, 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar geçen dönem, bilimlerin özel alanlara ayrılmasıyla birlikte sosyal bilimlerin ortaya çıkışını, bilim tarihinin en dikkat çekici gelişmelerinden biri olarak öne çıkarmaktadır.
Sosyal bilimler sistematik bir yapıya kavuşmuş olsa da, başlangıçta yaygınlaşması ve gelişimi için yeterli koşullar oluşturulamamıştı. Bu imkân üniversiteler aracılığıyla elde edildi. Üniversiteler yeni bilimin “doğal” bir zemini haline getirilerek, kısa süre içinde sosyal bilimlerin özel alanlara ayrılmasını sağladı. İlgili kürsüler kuruldu ve bu alanlarda öğrencilerin yetiştirilmesiyle parçalara ayrılan bilimlerin meşru zemini oluşturulmuş oldu. Akademisyenler, dergileri, kitapları ve diğer kaynakları alanlara göre tasnif ederek sosyal bilimlerin derinlemesine üretime hazır hale gelmesini sağladı.
Her devrimin, kolayca anlaşılmayacak kadar karmaşık ve gizli dinamikleri vardır. Sosyal bilimlerde yaşanan bu devrim de benzer bir yapıya sahiptir. Günümüz perspektifinden bakıldığında, bu dönüşümün, kendinden önceki dönemin hatalarını örtme çabasından kaynaklandığı söylenebilir. Her ne kadar Gulbenkian Komisyonu bu konuyu doğrudan ele almasa da, Avrupamerkezciliğin etkisinin ne denli güçlü olduğuna dair yargılarda bulunmaktan çekinmemiştir. Komisyonun öncelikli hedefi bilimsel faaliyetlerin aldığı biçimdir.
Bilindiği üzere bilimsel devrim sürecinde, her bir bilim dalını diğerinden ayıran keskin sınırlar çizildi. Bu sınırlar, bilimlerin neye, nasıl ve niçin hizmet edeceğini sistematik bir çerçeveye oturtmakla kalmayarak aynı zamanda akademisyenlerin, yani bilim insanlarının, hareket alanlarını da sınırlandırdı. Bunun bir başarı örneği olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışmaya açık bir mesele. Ancak her bilim dalının uzman bir kadroya sahip olması, disiplinler arası farkların derinleşmesini kaçınılmaz hale getirdiği için ciddi eleştirilere konu olmuştur. Neticede bu derinleşme uzmanların kendi alanlarında mutlak otorite oldukları yanılgısına kapılmalarına neden olarak birçok hususta deneme yanılma ya da yöntemi kendinden menkul akıl yürütmeler ile uzman görüşleri şeklinde bilimsel facialara sahne olabiliyor.
Bu sorun karşısında karşı devrim yapılması mümkün olmadığı için belirli sınırlılıklar içinde çözüm üretmek zorundayız. Mesela aynı bilim dalında farklı bakış açılarının sürekli çatışması, rekabet içinde olması ve benzerlerin oluşturacağı entelektüel kümeler dengeyi sağlamada önemli bir rol oynayabilir. Ancak, akademi bünyesinde ortaya çıkabilecek iktidar alanları ve tekelcilik durumları düşünüldüğünde bu durum başka sorunları gündeme getirebilir. Örneğin, günümüzde hâlâ yanlış şekilde kullanılan dünya haritaları, bu soruna işaret eden somut bir örnek olabilir. Bir tarihçinin, kullanılan dünya haritasının geçersiz olduğunu bilmemesi bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Ancak, haritabilim uzmanlarının sunduğu bilgilere dayanmak zorunda olduğu düşünülürse, bu durum anlaşılabilir bir hal alır. Çünkü bir tarihçiden her alanda derinlemesine bilgi sahibi olması beklenemez. Bu nedenle, disiplinlerarası bilgi paylaşımını ve iş birliğini daha işlevsel hale getirmek, herhangi bir bilim dalında tekelciliği önlemek açısından kritik bir öneme sahiptir. Aksi takdirde, disiplinlerarası üretim süreçleri etkinliğini yitirir ve akademik alanlar arasındaki bağların kopması gibi ciddi sonuçlar doğabilir.
Sosyal bilimlerin uluslararası bir örgütlenme ve tekelci bir metodolojik yaklaşım çerçevesinde gelişmesi, bilimin doğasına aykırı ve büyük bir talihsizlik olarak görülmeliydi. Dünya genelinde ortak bir metodun benimsenmesi, bilimin farklı perspektiflerden beslenme yeteneğini kaybetmesine yol açtı ve ulusalcılığın zirvede olduğu dönemlerde dahi bu durum bir problem olarak görülmedi. Bilakis bu yöntemlerin transfer edilmesi için politikalar geliştirildi. Hatta felsefesi dahi yapıldı. Niyazi Berkes’in “görmedikleri güzele âşık olmak” şeklinde eleştirdiği yönüyle aydınların bu saplantıları farklı coğrafyalarda ve çeşitli kültürlerin etkisiyle şekillenen toplumların, kendi özgün yöntemleriyle bilim yapmaları ve bu yöntemleri geliştirme imkânlarını tamamen yok etti. Hiç de rastlantısal olmayan bu devrimin bütün fraksiyonları ile günümüzde de canlılığını koruması etkisini yitirecek gibi durmuyor.
Dikkat çeken bir problem olarak akademik yazım kurallarının soğuk ve resmi dili, Türk karakterinin özellikleri açısından ne kadar işlevseldir? Bu tür bir dil, etkisiz olmakla kalmaz, aynı zamanda bilginin topluma aktarılmasını da zorlaştırır. Oysa, Türk ilim geleneğine uygun olarak daha yumuşak ve ciddiyeti gölgelemeyen edebi bir üslubun akademik dile entegre edilmesi, benzetme sanatları gibi geleneğimizde sıkça başvurulan unsurların, toplumun da bilgiyle bağını güçlendirebilir. Ancak, Avrupamerkezci bir anlayışla şekillenen akademik dil, hem Türk akademisyenlerini hem de halkı bilgiyle daha mekanik ve tekdüze bir ilişkiye zorlamaktadır. Bu nedenle, Türk ahlakına ve değerlerine uygun bir sosyal bilim anlayışı üzerine düşünmek kaçınılmazdır.
Yine de, sosyal bilimlerin disiplinlere ayrılarak özel alanlara yoğunlaşması, insanlığın bilinen gerçeklerden bilinmeyenlere ulaşmasında önemli katkılar sağladı. Ancak bilimsel devrimin kemale erdiği süreçte 1945 sonrası ABD’nin ekonomik ve politik gücünün bilimsel gelişmeleri yönlendirme üzerindeki etkisi devreye girdi. Yeryüzündeki tüm kültürel ve bilimsel akışı kontrol eden bu güç, diğer toplumların bilim anlayışını da derinden etkiledi. ABD’nin baskın gücü karşısında bilim dünyası, çözüm arayışlarını disiplinlerarası iş birliğinde buldu. Disiplinlerarası etkileşim ABD’nin yoğun etkisiyle başvurulan bir çözümdür. Farklı disiplinlerin ortak üretim alanları oluşturması, akademisyenler arasındaki iktidar mücadelesini de sınırlandırarak bilimsel metotların daha geniş bir tabana yayılmasını sağladı. Böylece, bilimsel yöntemlerin tekelciliği kırıldı.
Son zamanlarda farklı yaklaşımlarla zenginleşen bilimsel yöntemlerin sistem açısından avantajları ise başka bir mesele. Çünkü bu dönemin en tipik özelliği altyapı meselesidir. Yani herhangi bir milletin üreteceği bilimsel bilginin teknik donanımı kaçınılmaz biçimde bağımlılığı zorunlu kılıyor. Mesela internet ve uydu sistemlerinin tekelciliği karşısında özgün ve yerli bilim üretilmesi zor gözüküyor. Dolayısıyla maddi gücün tahakkümündeki bilim sisteminde sosyal bilimlerin özgünlüğünden de bahsetmek zordur.
Sonuç olarak, Avrupa-ABD ortaklığının sahip olduğu ekonomik ve politik güç, sosyal bilimlerin önce dar bir alana sıkışmasına, ardından ise disiplinlerarası yöntemlerle yeniden yükselmesine yol açmıştır. Diğer toplumlar da bu dönüşümden etkilenmiş ve yatırımlarını bilimsel üretime yönlendirmiştir. Değişen, gelişen ve tekdüze hale getirilen dünyada, sosyal bilimlerin özgün bir şekilde yeniden biçimlendirilmesi bir hayal olarak varlığını korur iken toplumların kendi geleneklerini ve bilimsel bağımsızlıklarını sağlayabilmesi de temenniden öteye geçmiyor.
Avrupalı filozofların tarih felsefelerinde yer alan ulusların her koşulda bağlı kalacağı tek devlet, tek millet, tek aile, tek gelecek, tek dil, tek din ve tek kültür gibi “tarihsel zorunluluk” fikri, günümüzde bilginin ve teknolojinin hegemonik ifadesidir. Ancak bu tür evrensellik çabaları, farklılıkların ve yeniliklerin önündeki en büyük engel olarak kendi kendimizi yok edeceğimiz bir tekdüzelik anlamına geliyor. Ayrıca bir ilkenin evrensel kabul edilebilmesi için, kültürel ya da bağlamsal farklara rağmen aynı sonucu vermesi gerekir. Örneğin, fizik kurallarına göre bir topu havaya attığımızda, her kültürde yerçekimi nedeniyle düşeceğini biliriz. Ancak bir tarih teorisi, uygulandığı coğrafyaya bağlı olarak farklı sonuçlar doğurabilir.
“Sosyal Bilimleri Açın”, sosyal bilimleri ele alış şekliyle adeta bir otopsi sunarak hem akademisyenler hem de lisansüstü öğrenciler için alışılmış yaklaşımları sorgulamaya açıyor. Komisyon üyelerinden Trouillot ve Wallerstein’in bazı eserlerini daha önce okuma fırsatı bulmuştum. Bu isimler, kapsamlı ve derinlikli analizleri ile dünya sistemi eleştirileri açısından önemli bir konumdalar. Sosyal bilimler üzerine yaptıkları kapsamlı çözümlemelerle mevcut sorunlara yeni çözümler üretme çabaları da son derece verimli bir girişim olarak değerlendirilebilir.
Bununla birlikte, katılımcılar arasında bir Türk sosyal bilimci göremiyoruz. Türkiye’de genellikle Amerika-Avrupa akademisinde üretilen bilginin transfer edilip işlenmesi yaygın bir durum. Türk akademisinin henüz sosyal bilimlerin temelleri ve sorunları üzerine derinlemesine bir çözümleme yaparak özgün bir katkı sunma düzeyine ulaşamadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu da sosyal bilimlerin evrensel düzeyde ele alınmasının yanı sıra yerel gerçekliklere dayalı araştırmalarla desteklenmesi gerekliliğini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Tarihsel perspektiften bakıldığında, Türk-İslam bilim geleneği yalnızca kendi geleneksel yaşamı ve dini bağlamıyla sınırlı kalmamış; insanlığın ortak birikiminden hareketle yeni ve faydalı eserler üretmeyi temel bir prensip olarak benimsemiştir. Bu geleneksel kodlar, bugün de bilimin evrensel boyutunu ve yerel bağlamını birlikte değerlendirmemiz gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Din, dil ve ulusal taassuba kapılmadan, aynı zamanda kendilik bilincimizi koruyarak bilim üzerine düşünmek ve bu doğrultuda hareket etmek, hem ülkemiz hem de dünya için izlenmesi gereken en doğru yol olacaktır.
Son olarak “Sosyal Bilimleri Açın” raporu, bilimin karmaşık ve aynı zamanda spesifik yapısını anlamaya katkı sağlarken, yapıcı eleştirilerle zenginleştirilmiş çözüm önerilerinin sosyal bilimleri daha işlevsel hale getirebileceğini göstermiştir. İnsanlığa yönelik pratik faydalar sağlayacak şekilde sosyal bilimlerin dönüşümü, akılcı ve yenilikçi yaklaşımlarla mümkündür. Bu zeminden hareketle bilimsel çalışmalarda eleştirel düşüncenin ön plana çıkarılması, disiplinlerarası etkileşimlerin teşvik edilmesi ve yerel dinamiklerin küresel bağlamla uyum içinde değerlendirilmesi, sosyal bilimlerin daha verimli bir yapıya kavuşması için temel gerekliliklerdir.
İbrahim Orhun Kaplan