Mustafa Kutlu’nun eserlerini zevkle okurum. Yoksulluk içimizde’nin yeri benim için apayrıdır. Beyhude Ömrüm’ün etkisinden bir hafta kurtulamamıştım. Huzursuz Bacak’ta kendi sızılarımı hissetmiştim. Hayat Güzeldir’i ne zaman umutsuzluğa düşecek olsam açar okurum. Kutlu, bizim hikâyemizi anlatır. Kaleminde yozlaşmanın etkilerini göremeyiz. Mustafa Kutlu’nun ismini duyduğumda burnuma iğde kokuları gelir. İçime bin bir çiçek ve güzel koku bırakır. Fakat “Sır” kitabı ise içime bir türlü sinmemişti. Beni rahatsız eden bir yönü vardı. Yanlış anlama ihtimaline karşılık dört kez okumama rağmen her defasında aynı sonuçla karşılaştım. Bu esere bir eleştiri yazısı yazmayı, hakkında birkaç söz söylemeyi ilk okuduğum günden beri düşünüyordum. Lâkin ülkemizde, “Ağabey” sıfatını veya “Üstad”lık pâyesini almış ya da alma yolunda ilerlemiş yazarlarımızı eleştirmenin ağırlığının da etkisini üzerimden atmaya çalışıyordum. Cahit Zarifoğlu, Mehmet Âkif, İsmet Özel, Nuri Pakdil gibi büyük isimler ya haddinden fazla övülüp kutsal addediliyor ya da haddi aşıp bir hiç yerine konuluyor.
Bu kısırlıktan kurtulmanın tek çaresi eleştiri ve hakareti birbirinden kesinkes ayırmak sanırım. Herkesin hakkını vererek, şahsi hatalarına girmeden, eserleri ve düşünceleri üzerinden rahatsız olduğumuz kısımlara usulünce değinmeliyiz.
Artık kitap yazılarını bir tanıtım yazısından kurtarıp eğrisiyle doğrusuyla, günahıyla sevabıyla ortaya koymalıyız. Tarafsızlığı şiar edinerek, dost, ahbap ilişkisini bir tarafa bırakabileceğimiz, gereksiz övgü ya da sövgülerden imtina ettiğimiz nitelikli bir kitap eleştiri/tahlil dergisine ihtiyacımız had safhada. Aksi takdirde herkes kendi yaptığını “En iyi” olarak görmeye devam edecek ve kaliteli şiir, hikâye/öykü, roman okuyamayacağız. Hatta bu ürünlerin ocağı sayılan dergilerin de sağlam bir eleştiriye tâbi tutulmalıdır.
Sözü uzatarak asıl hedeften uzaklaşmak istemem. Tekrar kitaba dönelim.Eser, birbirine bağlı sekiz kısa hikâyeden oluşan bir uzun hikâye. İlk bölümü “Sır” üst başlığı ile okuyucuyu selâmlıyor. Bu bölüm taşrada, Anadolu insanının toprakla, çamurla haşir neşir olduğu, helâlinden kazanmak için ne zorluklara katlanıldığı, bu zorluklara rağmen kalplerde bir şükür duygusunun her zaman bulunduğunu ve hayatını rençberlikle idame ettiren zâta Efendi Hazretleri tarafından mürşidlik emaneti verilip posta oturtmasıyla başlıyor ve yeni Efendi Hazretlerinin “sırroldu” şayiası ile bitiyor.
Kitaptaki diğer hikâyelerde Kutlu, her kitabında olduğu gibi –Hayat Güzeldir hariç- ya doğrudan ya da dolaylı yoldan, satır aralarında büyük kentin gökdelenlerini, siyasetteki bozulmaları, gazetelerdeki tarafgirliği, bir anda köşeyi dönen muhafazakârlığı, özellikle de dilin bozulmasını ustalıkla eleştiriyor.
Kitabın son hikâyesi, “Cüz Gülü”nde Efendi Hazretlerinin, kendisine tayy-ı mekân nasib olması ve dağ başında kendisine bir dergâh kurmasıyla sona eriyor.
Kitap, ilk okunduğunda bir tasavvuf hikâyesi gibi görünse de aslında alttan alta bir tasavvuf eleştirisi yapılmakta. Tasavvuf eleştirilmeyecek ya da eleştiri kabul etmeyecek bir kurum elbette değildir. Lâkin bu eleştiriyi yaparken insaf süzgecinden sağlıklı bir şekilde geçirmek gerekmektedir. Kitabın başlangıcında taşradaki dergâh hizmetleri övülürken, şehir hayatına taşındıktan sonra yapılanlar yerin dibine sokulmakta ve sonunda da bir dağ başına, mağaraya çekilme ile bitirilmektedir. Şehir hayatındaki savrulmalara ve bu savrukluğa -haklı olarak- yapılan eleştirilere bir sözüm yok. Lâkin bu eleştiriler insanımıza bir şey katmıyor aksine umutsuzluğa sürüklüyor. Modern hayatın getirdiği zorluklarla birlikte şehir hayatında derviş kalamayacağımızı, artık bunu ancak bir dağ başında, mağaraya çekilerek yapabileceğimizin mesajı veriliyor âdeta. Oysa artık köylerimize dönmemiz, dağ başına çekilmemiz neredeyse imkânsız. Bu kalabalıklar içerisinde kaybolmadan, helâlinden kazandığımız gibi harcamalarımızda da israfa kaçmadan, kapitalizmin dişlileri arasında öğütülmeden ayakta durmaya çalışmalıyız.
Mustafa Kutlu, bizim asla kabul edemeyeceğimiz Nurettin Topçu’nun, İslâm-i Sosyalizm’inden tevarüs ettiği Sosyal Adalet tezini savunuyor. Züht ahlâkını yalnızca Hz. Ebu Zer’in yaşadığı hayat olarak görüyor. Oysa sahabelerin içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Abdurrahman b. Avf gibi çok zengin olanlarının da varlığını unutmamak gerekiyor. Bu minvalde tasavvufun da iki yönü vardır. Bir grup “Bir lokma bir hırka” derken, diğer bir grupta, “Parayı kalbine değil, cebine koy” demektedir.
Kısacası, modern hayata direnişin tek yolu bence dervişilik. Ve asıl marifet çarşının ortasında dervişlik yapmakta… Kaçımız köyüne dönebilir ki!
Celal Kuru
11 Yorum