Şiir ve Cinayet

Künye: Şiir ve Cinayet, Salah Birsel, Sel Yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul, Mayıs 2018

***

Ona göre, güzel konu diye bir şey yoktur. Tek önemli şey yapıtın iç mantığıdır. Bu iç mantığı yakalayabilmek için de dakikalarca sözcük arar, yazdığını çizer, yine yazar, yine çizer ya da sözcükleri alabora eder. Bu arada yüksek sesle ulumaya da dikkat eder. Flaubert’in yazı yazarken başının döndüğünü, boğazının yandığı çok görülmüştür. Ama 20 saat nefes almadan çalıştığı da vardır. (s. 11)

Savaş ve Barış altı yılda yazılmıştır. Roman, son biçimini alıncaya değin birçok değişikliğe uğradığı gibi adı da birkaç kez değişir. İlkleri Üç Çağ iken sonradan İyi Biten Her Şey İyidir olur. (s. 12)

İlkin birtakım kağıtçıklara notlar alır ve sonra bu notlar üzerinde aylarca, kimi zaman yıllarca düşünmeye dalar. Sonra bir gün bu pusulalardaki düşünceleri bir araya getiren bir ana düşünceye varır ve romanını yazmaya başlar. Ama bunu için Camus’nün ayağa kalkması gerekecektir. (s. 13)

Dumas’ın bir yılda 32 cilt yazdığı bile olmuştur. Stendhal de çok yazar ve aklına geleni iki, bir demeden kâğıda geçirir. 500 sayfalık Parma Manastırı 52 günlük bir çalışmanın ürünüdür sadece. (s. 14)

Stefan Zweig da kolayca, tak tak… hiç takılmadan yazar. Ama sonradan yazdıklarının çoğunu atmaktan çekinmez. Böylece 1000 sayfalık kitap 200’e iner. Ona göre bu iş gemi güvertesinden durmamacasına safra atmaya benzer. Bu, yazının sıklaşmasını ve durulmasını sağlar. (s. 14)

Çağdaşları onun için “kırk beygir gücünde bir yazı makinesi” dermiş. Ahmet Mithat’ın çok yazdığını gösteren bir olay da Tercüman gazetesini çıkardığı günlerde meydana gelmiştir. Bir gün yazarların topluca gazeteden ayrılması üzerine Ahmet Mithat oturmuş gazetedeki bütün yazıları akşama değin tek başına yazmıştır. (s. 15)

Özgür düşünce, bağımsız düşünce, adalete dayanan düşünce, haklı düşünce, yapıcı düşünce, sağlam düşünce, tutarlı düşünce! Bunlar romanlarda, şiirlerde varsa vardır. Herkes takım tutar gibi başkalarının düşüncesini, güçlerin, zorbaların, akılsızların mantığını tutuyor. (s. 37)

Bütün çevremiz, bütün kitaplarımız çözülmemiş sorunlarla doludur. Bunun nedeni de ortada: topumuz sorunlardan, düşünmeyi gerektiren işlerden kaçarız. Çünkü topumuz benlikten, kendi aklımızı beğenmekten kurtulamıyoruz. (s. 41)

Benim gördüğüm, benim anladığım, dünyanın her yerinde, siyasal gücü eline geçirenin, bunu, insanların mutluluğu değil, kendi çıkarı yolunda kullandığıdır. Bunlar halktan, eşitlikten yana olduklarını söyleseler de, yaptıkları işler hep kendi ipliklerini boyamaya dayanır. Üzerinde durulacak nokta, belki bu yaptıklarına belli bir ölçüde bir korkunun karışabileceğidir. Bir de bu korkunun dallanıp budaklanmasının kişioğluna kimi umutlar verebileceği düşünülebilir. (s. 54)

Almanlar Napoleon’u yenmekle Avrupa’yı sağduyusundan yoksun bırakmışlar, onun davlumbazını kırmışlardır. Nedir, Nietzsche Güç İstenci adlı kitabında: “Amaç, özellikle insanlarım güçlü olanları, akıl ve irade bakımından en yetenekli olanları için, değerlerin yeniden değerlendirilmesidir,” dediği vakit kafasında sadece insanlığın mutluluğu vardır. (s. 73)

Halk da kendi aralarında sivrilen aydınlara, sanatçılara, topluma yol gösterenlere kaçık damgasını vurmaktan bir an geri kalmaz. (s. 82)

Bir kitapta söylenileni anlayacak, kitabı doğru dürüst değerlendirebilecek kaç kişi var bu dünya bozkırında? (s. 83)

Kaldı ki, bizden uzak düşmüş çağların değil, içinde yaşadığımız çağın yapıtlarını çözümlemekte bile kimi zorluklar vardır. Çünkü toplumlar da yaşantılarını bir takım saplantılarla sürdürürler. Bu saplantıları gereğince gün ışığına çıkartmak, saplantıların dürtüklediği olayların, anlatıların içine girmek ise her çevirmenden beklenmemelidir. Toplumlar böyle ya, birçok konularda evrensel düşünceye yaklaşmış, davranışlarında sağduyudan başka bir şeye dayanmamayı yöntem haline getirmiş kişiler bile zaman zaman dar bir görüş içinde bocalamaktan kendilerini kurtaramazlar. (s. 98)

Nedir, insanlar alıştıkları şeylerden uzak durmayı hiç istemedikleri gibi, doğru belledikleri şeylerin sağlamlığını araştırmaya da yanaşmazlar. Tersine, doğru diye sarıldıkları eğrileri düzeltmeye kalkışanlara da içerlerler. (s. 100)

İnsanlar birbirinin dilinden anlıyor mu, anlamıyor mu? Bizcesi şudur ki, birini anlamak istiyorsak, ilkin ona hoşgörüyle yaklaşmalı, sonra da onun düşüncesine temel olan birikimlere eğilmeliyiz. (s. 101)

Görülüyor ki, insanlara bir şeyi anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür. İnsanlar, ancak kendi başlarından geçmiş olaylara, kendi denedikleri gerçeklere akıl erdirirlerse, erdirirler. Yoksa istediğiniz kadar onların yüreğinde bir koşturma uyandırmaya çalışın, onlar yine tek kürekle çıkarlar mehtaba. (s. 101)

Benim diyeceğim, insanlar küçük işler şöyle dursun, bösböyük işlerde bile akıllarını doğru dürüst işletmezler. Başka bir deyişle, insanoğlu her türlü işi yöneten aklını her şeyin üstünde tutarda, onun yanılabileceğini tökezleyebileceğini, kendisini birtakım çıkmazlara sürükleyebileceğini, hesaba katmak istemez. Bu, elbet insanın içinde kendi aklını eleştiren, onun yanılgıya düştüğünü haber veren bir ikinci aklın, birincisinden de güçlü bir aklın bulunmayışından gelir. (s. 102)

Bana işlerin en kolayı nedir diye sorarsanız size bir insanı, bir buyurganı, bir yazarı putlaştırmaktır derim. (s. 109)

Putlaştırmak, kafasını işletmeye üşenen ya da omuzlarının üstünde kafa yerine kavanoz taşıyan insanların işidir. Bu gibiler baş tacı ettikleri insanların gerçek değerlerini anlayacak, onlarla gönül birliği edecek durumda olmasalar da putlaştırmakla, putlaştırdıkları kişilerin düşüncelerini kavramış, değerini anlamış sayılacaklarına inanırlar. (s. 109)

Kimileri de gençliklerinde pek okur bulamamışlardır. Alman filozofu Nietzsche bunlardan biridir. Zerdüşt’ün ilk baskısından sadece kırk tane satılmıştır. Üstelik de kitabı kimsecikler övmemiştir. Beri yandan Nietzsche, kitabını basacak yayınevi de bulamamış, onu kendi parasıyla bastırmak zorunda kalmıştır. (s. 114)

Yakup Kadri kendi kusuru üzerine kendi de parmak basarak eleştirmenlerin asıl bu noktaya dokunmamış olmasından yakınır ve sonunda “Ama Yaban nesnel bir roman değildir, Yaban bir ruh sıtmasının, birdenbire acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir bilincin, bir vicdanın çıkardığı yürek parçalayıcı haykırışlarıdır.” der. (s. 125)

Aktaran: Cenk Baran

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir