Abdullah Karaca, kendisi için milat olan bir kitabı yazdı. Siddhartha’yı yazdı…
***
Dilediği tüm konfor ve yüksek yaşam standartlarına sahipken önce cennetten kovulan sonra bir tuhaf gezegene gönderilen yaklaşık iki yüz bin yıldır da Dünya denen uzay konağında varlığını sürdüren insanoğlunun bitmeyen arayış hikâyesi.
Kalbine konulan cevheri bulmaya çalışır bu romanda insanoğlu. Evrenin tüm anahtarlarını kendi içinde bulabilecek kadar yakınken uzak diyarlarda arayacak kadar da budaladır.
Romanda insanın kendini aramaya çıktığı uzam Hindistan’dır çünkü burası Doğu’dur.
Dinî inanışların, öz benliğin, Dünya kaygılarından arınışların, tefekkür edimselliğinin, varlıkta kaybolmanın kimi zaman kerpiç sokaklarda kaybolmaktan daha kolay olduğu bir yerdir Doğu Coğrafyası.
Basit parmak hareketleriyle ufalanan ve kayıp giden madde yanılsamasından ziyade aksine elle tutulabilen ve kavranabilen mânânın, gerçekliğin tüm tabularını yıktığı bir sarsıntıdır bu arayış.
Doğu’nun mistik sahralarından, vücudunun taşıdığı insana değil de bedeninin içindeki kaybolmuş insana seslenir burada hakikat.
“Hakikat bir taş kadar sert bir gonca kadar da yumuşaktır.” der Gandhi.
Her zaman, kendi Siddhartha’sını çıkaracak umudu taşır insanoğlu.
Çocuk duygularının esiri olmuş insana hüzünlü bakışını yöneltirken; hırpalayan ve şefkatli elleriyle tekrar sarıp sarmalayan patetik bir şiir gibidir Siddhartha.
Romanda dünyaya kanaat etmeyen çünkü ruhunun besinini dünyada bulamayacağını tecrübeleriyle yaşayarak ve yaşatarak anlatıyor genç Samana.
“Siddhartha, içinde bir hoşnutsuzluk beslemeye başlamıştı. Ve hissetmeye başlamıştı ki, babasının sevgisi, annesinin sevgisi, ayrıca dostu Govinda’nın sevgisi onu her zaman mutlu kılamayacaktı, açlığını gideremeyecek, karnını doyuramayacak, ona yetmeyecekti. Saygıdeğer babası ve öbür öğretmenleri, bilge Brahmanlar bilgeliklerinin en büyük ve önemli kısmını kendisine sunmuş, kendi feyizlerini onun beklenti içindeki testisine akıtmışlardı ama Siddhartha testinin bir türlü dolmadığını, aklının bu kadarla yetinmek istemediğini, ruhunun dinginliğe kavuşup gönlündeki açlık ve susuzluğun giderilemediğini sezmeye başlamıştı. Kutsal suyla yıkanmak iyi, güzeldi ama suydu yıkanılan nihayet ve su günahlardan arındırmıyordu, manevi susuzluğu dindirmiyor, yürekteki sıkıntıyı silip atamıyordu.” (Sf. 15)
Her şeye inat sonu belirsiz bir avantürdü isteklerinin peşinden gitmek. Brahman babasıyla fikirleri çelişiyor, Samanalara karışmak için bütün tutkusunu ortaya koyuyor, babasıyla münakaşalar ediyordu.
“Siddhartha,” dedi, “niçin bekliyorsun?”
“Niçin olduğunu biliyorsun.”
“Hep böyle durup bekleyecek misin sabah olana kadar öğle olana kadar, akşam olana kadar?”
“Hep böyle durup bekleyeceğim.”
“Yorulacaksın, Siddhartha.”
“Yorulacağım.”
“Uyuyakalacaksın, Siddhartha.”
“Uyumayacağım.”
“Öleceksin, Siddhartha.”
“Öleceğim.”
“Ve babanın sözünü dinlemektense ölmeyi yeğleyeceksin?”
“Siddhartha, her zaman babasının sözünü dinledi.”
“Yani niyetinden vazgeçecek misin?”
“Siddhartha, babasının ona söylediğini yapacaktır.”
Günün ilk ışığı odadan içeri vurdu. Brahman baba, Siddhartha’nın dizlerinin hafifçe titrediğini gördü, ama bir titreme fark etmedi yüzünde, Siddhartha’nın gözleri uzaklara bakıyordu: Derken anladı baba, Siddhartha’nın şimdiden onun yanında, kendi yerinde yurdunda bulunmadığını, onu şimdiden terk edip gittiğini.” (Sf. 21)
Siddhartha çilecilerin arasına katılır dostu Govinda’yla. Artık biraz daha şeffaflaşmıştı hayat sahnesi gözlerinde…
“Büyümüş gözleri sıcak düşlerle yandı, tutuştu, kuruyup incelmiş parmaklarında tırnakları iyice uzadı ve çenesini çalı gibi, bakımsız bir sakal kapladı. Bakışları buz gibi soğudu kadınlarla karşılaştıkça; şık giyimli insanlarla dolu bir kentten geçerken ağzı küçümsemeyle büzüldü. Tacirlerin ticaretle uğraştığını, prenslerin avlanmaya gittiğini, yaslıların ağlayıp sızlayarak ölülerinin yasını tuttuğunu, fahişelerin gelip geçenlere kendilerini peşkeş çektiğini, hekimlerin hasta tedavisiyle uğraştığını, rahiplerin ekin ekilecek günü saptadığını, sevgililerin seviştiğini, annelerin çocuklarını emzirdiğini gördü, ama bütün bunlar gözlerinin bakışına değmeyecek şeylerdi, hepsi yalan söylüyordu, hepsi pis pis kokuyor, yalan dolan kokuyor hepsi, hepsi soyluluk, mutluluk ve güzellik bağışlayan şeylermiş gibi sahte bir izlenim uyandırmaya çalışıyordu, ama her şey gerçekte çürüyüp kokuşmaydı yalnızca. Dünyanın acı bir tadı vardı. Eziyetti yaşamak.” (Sf. 23)
Yolculuklarına devam eden genç keşiş adayları ünü her yere yayılmış bir Buddha olan Gotama’yı soruyor, görmek ve ziyaret etmek istiyorlardı. Lakin Siddhartha o ana dek böylesine mükemmel bir insan seyretmemişti doğrusu.
“Buddha kendi yolunda yürüyordu alçakgönüllü ve düşüncelere dalmış; dingin yüzünde ne neşe, ne keder okunuyordu, kendi içine doğru hafiften gülümser gibiydi. Dudaklarında gizli saklı bir gülümsemeyle, sessiz, dingin, âdeta sağlıklı bir çocuğu anımsatarak yürüyordu Buddha; cüppesini sırtında taşıyor, adımlarını bütün keşişler gibi kurallara tamamen uygun atıyordu. Ama yüzünde ve yürüyüşünde, yere indirilmiş durgun bakışında, sessizce sarkan elinde, ayrıca sessizce sarkan elinin her parmağında huzur okunuyor, kusursuzluk okunuyor, bir arayışa, bir öykünmeye rastlanmıyordu, hepsi de sararıp solmayacak bir dinginlik içinde, sararıp solmayacak bir ışık, el sürülemeyecek bir huzur içinde nefes alıp veriyordu.” (Sf. 37)
Govinda Buddha’nın öğretilerine katılmayı, sarı kıyafetleriyle giyili o şanslı öğrencilerinden birini olmayı seçti. Bu, varlık evrenine dâhil olmak için girilmesi gereken bir tarikattı bütün çaylaklar için. Ve Gotama şüphesiz ki eşsiz kusursuzluğu yakalamış bir zenginliğe sahipti. Kâinatın özünü kavramış ve o bilgiye çileleriyle, ızdıraplarıyla ulaşabilmeyi başarmış Tanrı’nın yeryüzündeki dostuydu belki de. Siddhartha Gotama’yla konuşma şansını elde etmiş aklındaki soruları en kibar hâliyle yontup Gotama’ya sormuştu. Bir bir ve büyük bir sükûn ile dinlemiş Gotama ve hepsini cevaplandırmıştı. Siddhartha da kendi fikirlerini sunmuş konuşmaları bitmişti.
“Buddha yağmaladı beni, diye geçirdi içinden Siddhartha, beni yağmaladı, öte yandan bağışta bulundu bana. Beni yağmalayıp dostumu elimden aldı, daha önce bana inanmış olan, şimdiyse Gotama’nın gölgesi olan dostumu. Öte yandan Siddhartha’yı bağışladı bana, kendimi bağışladı.” (Sf. 45)
O ulu kişiyi ve dostu Govinda’yı ardında bırakıp kendini arayış adımlarını tekrar ve tekrar atmaya devam etti Siddhartha belki de en iyi yaptığı şeydi bu; aramak ama bulamamak. Bulmak yoksa ne diye arıyordu o zaman. Koruluktan ayrılırken bütün zihninden geçenler buydu. En acımasız soruları kendine soruyor ve bundan kaçmıyordu.
“Peki ama, nedir senin öğretilerden ve öğretmenlerden öğrenmek istediğin ve sana öğretmenlik edenlerin bir türlü sana öğretemediği?” Ve şu yanıtı verdi soruya: “Hikmetini ve içyüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben’di. Kurtulmak, alt etmek istediğim şey Ben’di. Ama alt edemedim, sadece yanılttım, sadece kaçtım ondan, sadece saklanıp gizlendim. Doğrusu, dünyada benim bu Ben’im kadar, bu yaşıyor olduğum, başkaları gibi ve başkalarından ayrı biri olduğum, Siddhartha olduğum bilmecesi kadar kafamı başka hiçbir şey kurcalamadı. Ve dünyada kendim kadar, Siddhartha kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok!” (Sf. 47)
“Dünyayı ilk kez görüyormuş gibi çevresine bakındı Siddhartha. Güzeldi dünya, renkliydi, garip ve gizemliydi! Burada mavi, şurada sarı, orada yeşildi. Gökyüzü akıyor, ırmak akıyor ve orman gözlerini dikmiş bakıyor ve dağ gözlerini dikmiş bakıyordu; hepsi güzel, hepsi gizemli ve büyüleyiciydi, bütün bunların ortasında da o vardı, Siddhartha, uykulardan uyanmış, kendine giden yolda ki Siddhartha. Bütün bunlar, bütün bu sarılar, maviler, akarsular ve ormanlar ilk defadır ki gözlerinden geçerek Siddhartha’nın benliğinden içeri sızıyordu, Maya’nın yarattığı bir serap değildi, görüngüler dünyasındaki anlamsız, nasılsa var olmuş bir çeşitlilik, birlik ve bütünlük peşindeki derin düşünceli Brahmanların küçümsediği bir çeşitlilik değildi. Mavi maviydi, ırmak ırmaktı; her ne kadar Siddhartha’daki mavinin ve ırmağın içinde o biricik ve Tanrısal varlık yaşamını sürdürüyorsa da, Tanrısal varlığın hikmeti burada sarı, orada mavi, burada gökyüzü, orada orman, bir başka yerde Siddhartha olmaktı. Amaç ve töz nesnelerin arkasında bir yerde değil, onların içindeydi, her şeydeydi kısaca.” (Sf. 48)
Yolda gidiyordu Siddhartha durmadan… Tıpkı azığı omzundaki sopasına bağlı bir derviş gibi… Gece olmuştu geceyi ırmak yolunun üzerindeki bir kayıkçı kulübesinde geçirmişti. Gün ağardığında ırmağın karşı kıyısına geçmek için kayıkçıdan rica etti. Karşıya geçtiklerinde ise yersiz ve yurtsuz biri olduğunu ücrete veremeyeceğini söyledi. Kayıkçı ise gayet olgun bir tavırla ücret beklemediğini ifade etti. Siddhartha bu inceliğe hayran olmuştu.
“Sahi mi?” dedi Siddhartha şakayla. “Elbette. Bunu da ırmak öğretti bana; her şey dönüp gelir! Sen de, Samana, yine döneceksin buraya. Eh, güle güle git şimdi! Dostluğun, senden alacağım ücret olsun. Tanrılarına sungular sunduğunda beni de hatırla, olmaz mı?” Gülümseyerek ayrıldılar birbirlerinden. Kayıkçının dostluğu, tatlı dili ve güler yüzü içini sevinçle doldurmuştu Siddhartha’nın, gülümsedi. “Tıpkı Govinda gibi,” diye düşündü gülümseyerek, “yolda karşıma çıkanların hepsi de Govinda gibi. Aslında onlara teşekkür edilmesi gerekirken, onlar teşekkür ediyor. Hepsi de alçakgönüllü, saygılı kimseler hepsi de dost olmaya, sizin sözünüzü dinlemeye can atıyor, fazla düşünmüyorlar. Çocuk gibiler tıpkı.” (Sf. 57)
Bir köye vardı, yolun kenarında çamaşır yıkayan bir kadına büyük kente daha ne kadar süre kaldığını sordu. Kadın ilgilenmişti Siddhartha’yla. Evine davet etti yemek ikram ettikten sonra yüzünde arzulu bakışları görüyordu Siddhartha kadının.
“Siddhartha da bir özlem duydu, cinsellik pınarının kaynamaya başladığını hissetti içinde. Ama henüz hiçbir kadına el sürmemişti, elleri kadına uzanmaya çoktan hazır beklerken duraksadı bir an. Bu anda da içinden gelen sesi işitip ürperdi, ses hayır diyordu. Birden genç kadının gülümseyen yüzündeki bütün büyü silinip gitti ve Siddhartha çiftleşmeye hazır dişi bir hayvanın ıslak bakışından başka bir şey göremez oldu. Dostça yanağını okşadı kadının, arkasını dönüp düş kırıklığına uğramış kadından acele adımlarla uzaklaştı, bambu kamışlığına dalıp gözden kayboldu.” (Sf. 58)
Kat ettiği türlü orman yollarından kurtulmuş büyük bir kente varıyordu Siddhartha.
“Siddhartha koruluğun girişinde durup kafileyi izledi, uşakları, hizmetçileri, sepetleri gördü, tahtırevanı ve tahtırevanda oturan hanımefendiyi gördü. Hanımefendinin tepede toplanmış siyah saçlarının altında pek aydınlık, pek narin ve pek zeki bir yüz gördü, yeni patlamış bir incir gibi pembe dudaklar gördü, bakımlı ve boyalı yay gibi kaşlar, zeki ve uyanık koyu renk gözler, yeşil ve altın sarısı bir üstlükten çıkıp yükselen ışıl ışıl uzun bir boyun, hareketsiz dupduru eller, bilekleri enli altın bileziklerle donanmış ince ve uzun eller gördü ayrıca.” (Sf. 59)
Gördüğü bu harikulade kadın Kamala’ydı, aklını başından almıştı. Bir fırsatını bulup tanışmanın yollarını aradı Siddhartha. Kamala, Siddhartha’nın karşısına şık giysiler, iskarpinler ve kesesinde bol parayla çıkması gerektiğini kendisini hak etmesini gerektiğini tembihliyordu.
“Dostum, pek çok kimsenin bilmek istediği şeydir bu. Hangi işten anlıyorsun, o işi yapmalı, çalışmana karşılık da para, giysi ve iskarpin almaya bakmalısın. Yoksul biri başka türlü para sahibi olamaz. Hangi işten anlıyorsun bakayım?”
“Düşünebilir, bekleyebilir, oruç tutabilirim. ”
“Bu kadar mı hepsi?”
“Bu kadar…” (Sf. 63)
Siddhartha Kamala’yı elde edebilecek varlığa ve zenginliğe ulaşabilmek için Kamala’nın tanıştırdığı zengin tüccar Kamaswami’nin yanında ticarete başlamış, uzak kalmaya çalıştığı dünya meselelerinin kucağında bulmuştu kendini. Önce Kamala sonra Kamaswami’nin yanında o eskiden yüzüne bile bakmadığı çocuk insanlarla yüz yüze, beden bedene ticaret yapar olmuş bütün dünya zulmetlerini bizzat kendi yaşadığı çevresinde müşahede eder olmuştu.
“Aynı zamanda hem sevip hem aşağıladığı insanların çocuksu ya da hayvansı bir yaşam sürdüğünü görüyordu. Çalışıp didindiğini görüyordu onların; karşılığında ödedikleri ücrete hiç de değmeyecek nesneler uğrunda, para pul, küçük hazlar, küçük payeler uğrunda acı çektiklerini, saçlarını ağarttıklarını görüyor, birbirlerine veriştirip hakaretler yağdırdıkların, bir Samana’nın gülüp geçtiği ıstıraplardan dolayı ah vah ettiklerini, bir Samana’nın hiç duyumsamadığı yokluk ve yoksunluklardan etkilendiklerini görüyordu.” (Sf. 75)
Siddhartha kendini öğrenme yolunda birçok yaşayış biçimlerine tanık olmuştu. Her nefes alışında sayha sayha, irin irin kirlendiğini de görecekti.
“Siddhartha ticareti öğrenmiş, insanları etkisi altına almayı, kadınlarla gönül eğlemeyi öğrenmişti, şık giysiler giymeyi, uşakları sağa sola koşturmayı, ıtırlı sularda yıkanmayı öğrenmişti. İncelik ve özenle hazırlanmış yemekleri, balığı, eti, kuş etini, baharatları ve tatlıları yemeyi öğrenmiş, insanı miskin ve unutkan yapan şaraplar içmeyi öğrenmişti. Zar oyunlarını ve satranç oynamayı öğrenmişti ayrıca…” (Sf. 80)
“Dünya onu avcuna almış, zevk, şehvet, miskinlik ve nihayet kötü huyların her zaman en aptalcası olduğunu düşünüp hepsinden çok küçümsediği ve alay ettiği açgözlülük onu ele geçirmişti. Ayrıca, mal, mülk ve servet hırsı da yakasına yapışmış, bir oyun, bir süs olmaktan çıkıp bir zincire, bir yüke dönüşmüştü.” (Sf. 82)
“Siddhartha (kumarda) kaybettiği zamanlar serinkanlılığını eskisi gibi koruyamıyor, eli ağır borçlulara karşı eskisi gibi sabrı gösteremiyordu artık; dilencilere karşı iyi kalpliliğini yitirmiş, bağış için gelenlere bağışta bulunmaktan, borç isteyenlere borç vermekten zevk almaz olmuştu. Bir zar atışta kucakla para kaybetmekle kalmayıp üstelik buna gülen Siddhartha ticaret işinde daha katı ve cimri birine dönüşmüştü, geceleri bazen para görüyordu düşünde. Ve bu çirkin büyüden her uyanışında, yatak odasının aynasına bakıp yüzünü yaşlanmış ve çirkinleşmiş bulduğu her seferinde, utanç ve tiksinti üzerine her çullandığında kaçmayı sürdürüyor, kaçıp yeni talih oyunlarına, şehvetin ve şarabın uyuşturucu etkisine sığınıyor, oradan dönüp servet edinme, para biriktirme dürtüsünün eline bırakıyordu kendini. Bu kısır döngüde dönüp durdukça yorgun düşüyor, yaşlanıp kocuyor, hastalanıyordu.” (Sf. 83-84)
Siddhartha bu benliğini kara bir lanet gibi kuşatan şehirden uzaklaşıyor yine en iyi bildiği sokaklara; ormanlara kaçıyordu. Ve pişmanlık… Siddhartha sonuna dek pişmandı, korkuyordu nefsinden ve tiksinmişti kendi benliğinden, bizzat kendisinden.
“Ah, keşke bir yıldırım çarpıp onu cansız yere serseydi! Kaplanın biri çıkıp gelse de onu yiyip yutsaydı keşke! Bir şarap, bir zehir ol saydı da, onu hiçbir şey duyup hissetmez duruma soksaydı, her şeyi unuttursaydı ona, uyusa ve bir daha uyanmasaydı! Başka bir pislik kalmış mıydı kendini pisletmediği, bir günah kalmış mıydı işlemediği, bir budalalık kalmış mıydı başvurmadığı, ruhunu ıssız çöle çeviren bir adım kalmış mıydı atmadığı?” (Sf. 89-90)
Yorulmuştu Siddhartha, ırmağın kenarında hindistancevizi ağacının gövdesine yaslanıp uyumuştu. Uyandığında yanı başında kendini Buddha’ya adayan o biricik dostu Govinda’yı gördü. Yıllar yıllar sonra buluşmuşlardı iki eski dost. Birbirlerine riyazetlerindeki konumları ve deneyimlerini soruyor, evrene dair sezişlerinin mânâ mertebelerini, kendi tözlerini bulmadaki seyr-u süluklarını, yolculuklarını paylaşıyorlardı. Govinda ayrıldığında yine bir başına kalmanın kâşifliğiyle içindeki Siddhartha’yla dertleşiyordu.
“Gerçekten tuhaf bir yaşam sürdüm, diye düşündü Siddhartha. Dolambaçlı tuhaf yollardan geçtim. Çocukken tanrılar ve onlara sunulan sungularla uğraştım yalnızca. Delikanlılık çağımda yalnız riyazetle, düşünme ve meditasyonla ilgilendim, Brahman’ı arayıp durdum, Atman’da ölümsüzlüğe taptım. Gençliğimde çilekeş keşişlerin peşine takıldım, ormanlarda yaşadım, soğuğa sıcağa katlandım, aç kalmayı, nefsimi öldürmeyi öğrendim. Derken yüce Buddha’nın öğretisi bir mucize gibi açtı gözlerimi, dünyanın birlik ve bütünlüğüne ilişkin bilginin kendi kanım gibi damarlarımda dolaştığını duydum. Ama Buddha’dan da, o büyük bilgiden de yine kendimi koparıp yola düştüm. Kamala’dan sevme sanatını öğrendim, Kamaswami’den de ticaret sanatını; paralar biriktirdim, paralar harcadım, midemi sevmeyi, nefsime keyif vermeyi öğrendim. Yıllar yılı zekâmı yitirmeye, düşünme sanatı denen şeyi; birlik ve bütünlük denen şeyi unutmaya çalıştım. Yavaş yavaş, dolambaçlı yollar izleyerek bir büyük adamdan bir çocuğa, düşünen biriyken bir çocuk insana dönüşmüş değil miyim? Ama yine de bu yolu izlemem çok iyi oldu, yine de yüreğimde şakıyan kuş ölmedi, yaşıyor. Ama yol da yoldu doğrusu! Yine bir çocuk olup yeniden başlayabilmek için pek çok budalalıkta buldum, pek çok kötü huy edindim, pek çok hata işledim, pek çok iğrençlik, düş kırklığı ve umarsızlık yaşadım. Ama iyi oldu böylesi, yüreğim yaptıklarımı onaylıyor, gözlerim gülümseyerek onaylıyor. Esenliğe kavuşabilmek, Om’un sesini yeniden işitebilmek, yine doğru dürüst uyuyup doğru dürüst uyanabilmek için umutsuzluğa kapılmam, düşüncelerin en aptalcasına, intihar düşüncesine kafamda yer verecek kadar alçalmam gerekiyordu. Atman’ı benliğimde yeniden bulabilmek için budala birine dönüşmem, yeniden yaşayabilmem için günah işlemem gerekiyordu. Yolum daha nereye götürecek beni? Acayip bir yol, dönemeçler çizerek ilerliyor, belki de bir çember çiziyor. Nasıl ilerlerse ilerlesin, izleyeceğim bu yolu.
Yüreğinin sevinçle kaynayıp coştuğunu hissetti Siddhartha, olağanüstü bir duyguydu.” (Sf. 97-98)
Siddhartha ırmağın kenarında kayıkçılık yaparak geçimini sağlayan Vasudeva’yla çok yakın iki dost olmuştu. Yaşlı Vasudeva’da Siddhartha’nın büyük beğeni kazandığı sabrı ve sakinliği ona büyük bir rehber olmuştu. Birçok hakikati ondan öğrenmiş evrene ve etrafında olup bitene onun gözleriyle görebilme farkındalığını kazandırmıştı bu bilge kayıkçı. Vasudeva da ırmakla konuşuyor ve bunu Siddhartha’ya da telkin ediyordu çünkü ırmak bir sesti ve o ses doğrudan yaratıcının bir yansımasıydı.
“Siddhartha kulak verip dinledi. Bütünüyle kulak verip dinleyen biri kesilmişti şimdi, kendini tümüyle dinlemeye vermiş, tümüyle boşalmış, tümüyle soğurup içine alan biri olmuştu. Dinleme sanatında öğrenilecek her şeyi öğrendiğini hissediyordu. O zamana kadar bütün bu sesleri sık sık işitmişti, ırmağın çıkardığı bu pek çok sesi; ama sesler bugün bir başka türlü yankılanıyordu. Pek çok sesi birbirinden ayırt edemiyordu artık, neşelileri gözü yaşlılardan, çocuksuları erkeksilerden ayıramıyordu, bir bütün oluşturuyordu hepsi, özlemin yakınması ve bilen kişinin gülüşü, öfkenin haykırışı ve ölen kişilerin iniltisi, hepsi birdi şimdi, hepsi iç içe geçmişti, birbirine bağlanmış, binlerce kez birbirine sarılıp dolanmıştır. Ve tümü, bütün sesler, bütün amaçlar, bütün özlemler, bütün çileler, büzün hazlar, bütün iyi, bütün kötü şeyler, tümü birden dünyayı oluşturmaktaydı. Tümü birden oluşumların ırmağı, tümü birden yaşamın müziğiydi. Ve Siddhartha dikkatle bu ırmağa, bu binlerce sesli şarkıya kulak verdi mi, salt acılara, salt gülmelere kulaklarını tıkayıp ruhuyla tek bir sese bağlanmadı da Ben’iyle bu ses içinde yitip gitmeyerek bütün sesleri işitti mi, bütünü, birliği duymaya çalıştı mı, binlerce sesin bütün şarkısının bir tek sözcükten oluştuğunu görüyordu, bu sözcük de Om’du, mükemmellikti.” (Sf. 133)
***
Gerçek şu ki;
Siddhartha benim için aramalardan sıkılan öz benliğimin bir padişah postunda varılası bilgeliğe, ermişliğe boynumu hiç çekinmeden uzatabileceğim İlâhi bir eldir.
Siddhartha; kendisi var olmanın eşiğinde… Ve ben her bir sayfa çevirişimdeyken O; bulmalara koşan kaygılı çocuk ruhumu şefkat dolu elleriyle sakinleştiren bir anne…
Kitabı nihayetlendirirken bir tuhaf oldum… Canım sıkıldı; bir incir kurusunu andıran ruhumu büzülmüş hissetim, kendime üzüldüm.
Kitabın arkasına irticalen yazdığım satırları okudum yine. Bunu paylaşıyorum şimdi sizlerle ve gariptir ki evet, hâlâ bu hisler içindeyim…
“İçim acı dolu. Ben Siddhartha’nın gençlik çağıyım.
Bir “Hû” sesi kadar yakın kâinatın özü.
Ve kayıkçı Siddhartha gülüyor genç Siddhartha’ya.
O baktıkça ben çırılçıplak kalıyorum.”
1 Yorum